Bölüm II

Küçük Burjuva Radikalizmi

Çağdaş uygarlığın tam olarak yerleştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında dalgalanan ve kendini burjuva toplumunun ek bir parçası olarak durmadan yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur. Böyle olmakla birlikte, bu sınıfın üyeleri, rekabet yoluyla sürekli olarak tek tek proletaryanın içine itilmekte ve modern sanayi geliştikçe, imalatta, tarımda ve ticarette yerlerini denetçilere, kâhyalara ve tezgâhtarlara bırakmak üzere, modern toplumun bağımsız bir bölümü olmaktan büsbütün çıkacakları anın yaklaştığını görmektedirler.[1]

Komünist Manifesto, küçük burjuvazinin ortaya çıkışını ve giderek kaçınılmaz yok oluşunu bu şekilde açıklar. Proletarya ve burjuvazi dışında kalan küçük burjuva sınıf ve tabakaların yok olması hiç de rastlantısal ya da kaçınılabilir bir durum değildir. Bu yok oluş, gerçekte tam olarak kapitalizmin gelişime ve serpilip gelişebilmesi için zorunludur.

Zira kapitalizm, modern toplumların gelişiminde belli bir noktadan sonra doğal ve zorunlu olarak ortaya çıktı. Bu gelişme, süreç içinde belli ülkelerde diğerlerine kıyasla daha da belirgindi. Öteki ülkeler, kendi manifaktürlerini daha üstün nitelikteki bu üretim tarzının ürünlerine karşı korumaya kalktılar. Ama acımasız rekabet koşulları, manifaktürde direnen ülkeleri pes etmeye ve kapitalizmi ülke ülkelerine buyur etmek zorunda kaldılar. Kapitalizm, girdiği ülkede modern dünya pazarlarını kurdu, ticareti egemenli altına soktu. Her sermayeyi kendi sermayesi haline getirdi ve bununla da dolaşımı sağladı. Sermayenin hızla merkezileşmesine neden oldu. Evrensel rekabet yoluyla bütün bireyleri, enerjilerini azami bir gerilim derecesinde tutmaya zorladı. İdeolojiyi, dini, ahlakı gerektiği ölçüde yok etti.Bunu yapamadığı zaman da onları apaçık yalanlar haline getirdi. Doğa bilimini sermayeye tabi kıldı ve işbölümünü mümkün olan en uç noktaya taşıdı. Bütün doğal ilişkileri, onları para ilişkisi haline getirmek üzere bozup dağıtmayı aşardı. Doğal gelişme seyrine uygun oluşan yerleşim yerleri yerine mantarlar gibi biten modern sanayi kentleri yarattı. Gittiği her yerde zanaatçılığı ve genellikle sanayinin daha önceki bütün evrelerini yıktı. Kentin kır üzerindeki zaferini tamamladı. Bu şekilde öyle bir üretici güçler kitlesi yarattı ki; önüne gelen bütün ayrıksı üretim ilişkilerini un ufak etti. Her yerde toplum ve sınıflar arasında öylesi birbirine benzer ilişkiler yarattı ki, bu nedenle bütün başka uluslar kendilerine özgü karakterlerini kaybetti. Ve nihayet, her ulusun burjuvazisi, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için milliyetin çoktan yok olduğu bir sınıfı yarattı.

Kapitalizmin böylesi şiddet ve acımasızlıkla kendinden önceki toplumsal yapıyı, onun hakim sınıfları, işbirlikçileri, tebaaları ile birlikte altüst ederek yepyeni toplum yapısı ve ilişkilere yol açması kolay olmadı. Üretim ilişkileri içinde yeni üretim tarzının gelişmesi ve hakim duruma gelmesi ne denli sancılı ve uzun vadeli olduysa, bunun karşılığında toplumdaki sınıfların konumlanışı, yeni rollerini benimsemeler ve buna giderek kaçınılmaz uyum sağlamaları da ol ölçüde sorunlu oldu. Burjuva sınıfı ilk kez Ortaçağ’da, o dönemin katı ve acımasız ilişkilerinde ortaya çıktı, kendi canlarını korumak için soylulara karşı birlişmek zorundaydılar. Ticaretin genişlemesi, ulaşım olanaklarının artması, her kentin aynı engele karşı savaşarak burjuva sınıfı, çeşitli kenttlerdeki bir çok yerel burjuvaziden başlayarak ancak çok yavaş bir biçimde ortaya çıktı. Mevcut feodal ilişkilere olan karşıtlıkla biçimlenen bu oluşum, giderek homojen, ortak çıkarlara dayalı ve kentleri aşma eğilimine giren bir süreci ortaya çıkardı. Bu süreç, gerçekte keskin bir ayrışmadır. Sürecin yoğunlaşması ile, bu tempoya ayak uydurabilenler ayakta kaldılar, yeni toplumun hakim sınıf olan sanayi burjuvazisine dönüştüler. Başarılı olamayanlar burjuvaziden önce var olan, mülk sahibi omlayan sınıfların çoğunluğu ve o zamana kadar mülk sahibi olan sınıfların çok büyük bir kısmı, yeni bir sınıfa, proletaryaya dönüştü.

Demekki, burjuvazi dışında, süreç içinde burjuva sınıfı dışında proletaryayı oluşturan iki farklı kesim vardı: Mülk sahibi olanlar ve olmayanlar. Mülk sahibi olmayanlar, en başta köyden kente kaçak olarak gelen serflerden oluşuyorlardı. Bunlar, kentlerde giderek yükselen burjuva sınıfının gerek duyduğu proletarya ordusunu oluşturdular. Yaşamlarını ancak burjuvaziye sunacakları iş güçleri ile sağlayabileceklerdi ve bunun dışında hiçbir güvenceleri olmadığı için artık geri dönüşü olmayan bir sürece girmişlerdi.

Mülk sahibi olanlar için durum farklıydı. Bu kesimin proletarya sınıflarına katılması her zaman için sorunlu olmuştu ve hala daha olmaya devam etmektedir.

Günümüzde, kapitalizmde işbölümünün uluslar arası düzeye ulaşması ve ulus ölçeğinin giderek uluslarasası düzeye taşınması, beraberinde bir dizi değişiklikleri de getirmiştir. Yükselen ve enternasyonal nitelik kazanan işçi sınıfı mücadelesinin de zorlaması ile kapitalizm, günümüzde bu mücadelelerde kimi zaman yenik düşmüş, kimi zaman uçurumun eşiğine gelmiş ama her seferinde de bundan kurtulmasını bilmiş ve daha da önemlisi, bundan gerekli dersleri çıkartartabilmişti. Burjuvazi, feodalizme karşı hakimiyet savaşında proletarya ile işbirliği yapmış ve iktidarı ancak bu şekilde ele geçirebilmişti. Ama bu sefer hakim olan burjuvazi idi. Kendisine proletaryadan doğrudan ve yakın bir tehdit de yöneltilmemişti, yoksa o zamana kadar yaptığı gibi çağdaş bonapartizmin her türlü biçimini devreye sokabilir ve kendini kurtarabilirdi. Şimdi sorun bizzat kendi içinde, kapitalist ekonomi ile ilgiliydi. İki şavaş arası dönemde bütün kapitalist ülkeleri etkisine alan büyük bunalım, halkın yoksullaşması ile sonuçlanmıştı. Artık üretim yapılamaz olmuş, yapılanlar anlamını yitirmişti. Bu koşullarda çaresiz küçük burjuvazi ile işbirliğine gitti.

Küçük burjuvazi ile ittifak, yaygın olarak Keynesçi politikalar olarak bilinen ve geleneksel serbest piyasa koşullarına para ve maliye politikaları aracılığı ile müahaleyi öngören uygulamalar biçiminde kendini gösterdi. Burjuvazi, geleceğini kurtarmak için, öteden beri tek başına yararlandığı emek sömürüsüne küçük burjuvaziyi ortak edecekti. Bu şekilde yeniden canlandırılacak piyasa ve talepler, kapitalist üretim mekanizmasının çevrilmesine imkan verecekti.

Bundan sonra burjuvazi, küçük burjuvaziye ile işbirliğini merkezi ve yerel idareler tarafından oluşturulan yaygın bir istihdam politikası aracılığı ile yürüttü. Özellikle yerel idarelere sağlanan kayaklar ile, yaygın olark refah toplumu nitelemesine yol açan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vs. hizmetleri sağlandı. Bu şekilde yaratılan geniş bir hizmetliler sınıfı, kapitalist toplumlarda yerel ve merkezi idarelerde görevli, memur, vs. olarak istihdam edilen geniş bir hizmetlilerden oluşan küçük burjuva kesiminin ortaya çıkmasına yol açtı. Böylelikle zengin kapitalist toplumların artık bir orta sınıf olarak tanımlanan toplumlara dönüştüğü ileri sürülür olmaya başlandı. Oysa gerçekten tarihsel olarak nitelendirilebilecek bu ittifak ve bunun için verilen ödünler dışına, küçük burjuva sınıfın proletaryadan kesin çizgilerle ayrışması için sonuna kadar çaba gösterildi. Kuşkusuz, sömürgeci kapitalist ülkelerde proletaryanın durumu, o ülkenin zenginliği ölçüsünde sözümona bu “sosyal refah” politikasından yararlanmamış olduğu söylenemez. Ama, burjuvazi, esas olarak bu hizmetli kesim ile proletarya arasındaki çizginin sürdürülmesi için özen gösterdi. Bir yerde bunu gerçekleştirmesi hiç de zor olmadı; zira küçük burjuvazi, hiçbir zaman kendini proletaryaya yakın hissetmeyecekti.

Kimileri, “Marksizm’in ileri sürdüğü gibi küçük burjuvazinin yok olmadığını, tam tersine modern toplumda proletarya göreceli olarak azalma eğilimine girerken “orta sınıf” in ayakta kalıdığını" ilerir sürmektedir. Buna örnek olarak “beyaz yakalıların” ortaya çıkışı ve gelişmesi gösterilir. Bunlar iyi eğitim almış büro çalışanlarıdır. Sayıları artmakta, toplumdaki etkinlikleri gelişmektedir. Öte yandan proletarya içinde sanayi işçisinin göreceli olarak kapitalist gelişme sonucunda hizmet, finans, vs. gibi yani sektörlerin ağırlığı artmakta, öte yandan sanayi kesimi göreceli olarak geleneksel öncülüğünü yitirmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sözüm ona “refah devleti” süreci kaçınılmaz olarak “orta sınıf”ın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Merkezi idareler tarafından kamu hizmetlerinin yürütülmesine yönelik istihdam edilen yaygın memur kesimi vardır. Kapitalist işletmelerde istihdam edilen proleter olmayan beyaz yakalılar; mühendisler, doktorlar, vs. yanı sıra kamu kesiminde memur olarak çalışan çok sayıda görevli bulunmaktadır. Bunlar esas olarak emekçi niteliğini taşımaktadır. Ücret ve yaşam koşulları giderek proleterlerle aynı düzeye gelmiştir. Bu kesimler “proletaryanın öncülüğünde”, emekçi sınıfların hareketine katılabilir. Sosyalizmi kurmada işçi sınıfı ile birlikte el ele yürüyebilir.

Genel olarak işçi sınıfının doğal yandaşı yada onun ayrılmaz parçası niteliğinde kabul edilebilecek kamu hizmetlileri ve emekçi kesim, artık geleneksel olarak kabul görmüş "aşamalı sosyalizm" mantığına da uygun düşmektedir. Eğer bu emekçi kesimin komünizm ile başları hoş olmadığı ileri sürülüyorsa, zaten sorun yoktur; zira nasılsa mücadele biçimi, aşamalı geçiş niteliğinde yürüyecektir.

Sözü edilen emekçi kesim ile işçi sınıfı arasında kimi zaman anlamsız olarak değerlendirilen ayrımı göz ardı eden görüşler, kimi zaman işçi sınıfına karşı bir güvensizliğin, onun “devrimci" niteliğinin giderek azaldığı düşüncesinin bir yansımasıdır. Kuşkusuz, böyle bir yaklaşım için söylenecek hiçbir yeş yoktur. Böyle düşünenler, aralarında işçi sınıfı yada bir başka sınıf veya tabakaların da dahil olabileceği ütopyalar geliştirebilirler ve buna hiç kimsenin diyeceği bir şey olmaz. Öte yandan iyi niyetle emekçi kesimlerin ısrarla komünizmi isteyebileceğini düşünenlerin hareket noktası şudur: Emekçi kesim, de en az işçi sınıfı kadar ve onunla aynı koşullarda olan “sömürülen sınıflar” niteliğini taşır, yaşam koşullarının onlarla benzeşmektedir ve hatta kimi zaman proletaryanın durumundan çok daha zor koşullar altındadırlar. Daha da önemlisi, artık kapitalist sistem bir orta sınıf toplumu olmuştur. Sayıları her geçen gün artan doktor, mühendis, öğretmen, vs. gibi, beyaz yakalılar, sonuçta, yaşamlarını emek sarf ederek sağlamaktadır. Devlet veya özel sektör kuruluşlarında emeği karşılığı, o da hiç de hak etmedikleri düzeyde düşük ücretler almaktadır. O halde, K. Marx nasıl olur da bu kesimleri, proletarya ve burjuvazi dışında yok olmaya yüz tutacağını söyler ve örneğin, Gotha Programı’nı eleştirirken, programda işçi ve emekçi kesimlerin kurtuluşu tanımlaması yersizdir, nasıl olsa işçi sınıfının kurtuluşu, aynı zamanda emekçi sınıfların kurtuluşu olacaktır diyerek, proletarya partisinin salt proletarya davasının partisi olduğunu söyler? Bu “sınıf hareketini tekleştirme, soyutlama etmek, güçten düşürme, yeni toplumun bir an önce kurulmasını ertelemek” değil midir? Bu tepki, bir başka biçimde de dile getirilmektedir: “Nasıl olur da Marksizm, kendisi gibi emeği ile geçinen emekçi kesimin de burjuvazinin sömürüsü altında olduğunu görmez, onları dışlama tavrına girer ve işçi ve emekçi kesimin birlikteliğini öngörmez?”

Marksizm, çelişkili gibi görünen bu konuda açık ve net bir yanıt verebiliyor. Yukarıda da sözü edildiği gibi, aralarında temsilciliğini feodal sosyalistlerin yaptığı eski topluma ait asilzadelerden başlayarak kapitalizmin gelişmesi ile burjuva ve proletarya dışında kalan bütün ara sınıf ve tabakaların "radikal” nidelendirilebilecek tavır sergilemeleri, siyasi mücadeleye girmeleri ve bu yok oluşlarına karşı direnmeleri mümkün olabilmektedir. “Yok olma sürecine giren küçük burjuvazinin temsilcisi niteliğinde siyaset sahnesine çıkan küçük burjuva radikalizminin temel amacı, proleterleşerek yok olmaya karşı durmak ve eski ara sınıf konumunu korumaktır. Bunun için de ya eski mülkiyet ilişkilerine ve eski topluma yeniden geri dönmek arzusundadır. Tarımda büyük toprak sahipliğine karşı orta ve küçük köylü niteliğini korumak, sanayide manifaktür düzeyinde küçük ölçekli imalatını sürdürmek, yada ticarette bakkal, tüccar, küçük esnaf, hizmet sektöründe muayene sahibi doktor, danışmanlık hizmeti verecek mühendis, yada kamu kesiminde çalışan kamu görevlileri olarak kalmak ister. Büyük sanayinin, büyük ticaret ve tarım sermayesinin üretim, dağıtım ve pazarlama faaliyetlerini toplulaştırması, ölçeklerin, yatırılan sermayenin ve miktar ve hacimlerin büyümesine karşı durur. Bu büyüme sürecine karşı çıkar. Arada kalıp ezilmemek, kaçınılmaz proleterleşmesine karış turmak ister. Eğer bütün bunları yapamıyorlarsa, modern üretim ve mübadele araçlarını bu araçlar tarafından havaya uçurulan ve havaya uçurulması kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri çerçevesi içine sıkıştırmak ister. Her iki durumda da hem gerici, hem de ütöpyacıdır.”

Komünist Menifesto’nun son bir kaç bölümü içinde, esas itibarı ile proletaryanın sınıf mücadelesi doğrultusunda komünistlere düşen görevler ve bu arada özellikle de küçük burjuva radikalizmi tehlikesi karşısında sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz koşulları üzerinde durulmaktadır. Bu durum gerçekten ilginç ve bir o kadar dikkate değerdir. Komünist Menifesto’nun yakından incelenmesi, günümüz sınıf siyaseti için yukarıda belirtilen ve sömürülen işçi ve emekçi kesim ile bağlantılı çelişkili gibi görünen durumun açıklıkla anlaşılması bakımından önem taşır. Özellikle, radikal küçük burjuvazinin “devrimci” niteliğine vurgu yapılan günümüzde bu daha da önem kazanmaktadır.Feodaliteden modern kapitalist toplumlara geçiş sürecinde burjuvazi ile proletarya dışında kalan ve sınıfsal niteliği itibarı ile bu iki karşıt sınıfın sınırlarına dayanan bir küçük burjuva sınıfı oluştu. Ancak küçük burjuva sınıfının önemli bir özelliğinden söz etmek gerekiyor. Küçük burjuvazi, kapitalizmin gelişmesi sonucunde çözülme sürecine girerken gerçekte bu iki yönde gelişir. Küçük burjuvazi, esas olarak bir üretim aracına sahip olan bir sınıftır. Mülk sahibi sınıf olması dolaysıyla, kendini esas olarak burjuva sınıfına yakın, hatta onun içinde görür. Küçük burjuvazinin özlemi, her zaman küçük işletmesini, ticarethanesini veya toprağını büyütmek, yada hizmet ettiği eski feodal aristokrasi yerine, bu sefer burjuvazinin sınıfsal egemenliğine hizmet etmek için ona kulluk etmek istemektedir. Ne var ki küçük üretici, esnaf veya köylü olarak ne kadar sınıf atlama özlemi ile yanıp tutuşsa, bunlar arasında ancak çok az bir kısmı bunu başarabilmekte, bunun dışındakiler giderek yoksullaşmakta ve proletarya saflarına katılmaktadır. Burada küçük burjuvazi büyük bir hayal kırıklığı yaşar. O denli özlemini duyduğu daha iyi koşullara ulaşma isteği, bizzat kendini yakın hissettiği burjuvazi tarafından engellenmekte ve uçuruma itilmektedir. Kapitalizmin çarkları, geniş bir kesimi oluşturan küçük burjuvaziyi öğütmeye başladığında, sınıf atlamak şöyle dursun, elindikilerini de tümüyle yitirir. Küçük burjuvazi, kendisini uçurumun kenarına getiren ve bununla da kalmayarak acımasızca uçurumdan aşağıya iten burjuvaziye her şeyini kaybettiği anda büyük bir kin duyar. Bu onu radikal bir tavır almaya iter. Böylesi bir radikalizm, çoğu zaman içinde tüm sistemi karşısına alacak nitelikte anarşizme kadar varabilir.

Kapitalist sistemin esas aldığı piyasa ekonomisi içinde sadece metaların değişimi söz konusu olmaz. Ama aynı zamanda işgücü de artık alınan ve satılan bir meta haline dönüştürülmüştür. Yaygın olarak emek piyasası olarak bilinen piyasada gerçekte tıpkı bir meta gibi alınıp satılan işçinin emeği değil, ama onun işgücüdür. İşgücü piyasası, tıpkı meta piyasasında olduğu gibi, bir tarafta malını, yani sahip olduğu işgücünü pazarlayan işçiler, diğer taraftan bu işgücüne ihtiyacı olan burjuvazi karşı karşıya gelir. İşgücü piyasasının işleyişi de çoğu zaman yaşadığımız yörenin belirli kısımlarında genellikle günübirlik emek-yoğun ve ağır iş yaparak nafakasını çıkartamaya çalışanların karşılaştığı duruma benzer. İşçilikler çok kısa valdeli, çalışma saatleri ve temposu çok uzun ve ağır, karşılığında sadece nakit ödeme ve bunun dışında hiçbir gelecek güvencesi içermeyen bir piyasadır emek piyasası.

Kapitalizmin ilk dönemlerinde çalışma koşulları bugünkinden oldukça farklıydı. Çalışma koşulları çok ağır, çalışma saatleri çok sınırlıydı. Kadın, erkek, çocuk emeği ayrımı yapılmaksızın çok zor ve sağlıksız koşullarda, kimi zaman iş saatlerinin neredense bütün bir gün ve gece boyunca sürdüğü koşullar altında çalışma yapılmaktaydı. Bir anlamda işçi sınıfının tümüyle fizyolojik olarak yok olmasına yol açacak düzeyde ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi için kapitalizmin çok uzun yol alması, işçi sınıfının örgütlü mücadeleye başlaması zorunlu olmuştur. Çalışma koşullarının düzelmesi için zengin kapitalist ülkelerde bile 19. yüzyıla kadar beklemek gerekecekti.

Kapitalist ekonomide mal piyasasında olduğu gibi, işgücü piyasasında da arz ve talep dengesi kollanır. İşgücü maliyetini en aza indirmek amacıyla piyasada geniş bir işgücü ordusu oluşturmak, ama onun pazarlık gücünü düşürmek ve onlara gözdağı vermek için büyük bir issiz kitlesi yaratır. Bir yerde kapitalizm, geniş bir işsizler kitlesinin oluşturulduğu bir denge ile ayakta kalabilen bir sistemdir. Bunun için kapitalizm, var gücüyle toplumun başta tarım kesiminde yaşayan ve çalışan geniş köylü kitleleri olmak üzere, şehirde her türlü meslekte zanaatkar, tüccar, esnaf, küçük ticari faaliyet erbabı, gibi, bir yerde hakim burjuvazi dışında bütün sınıf, kesim ve tabakalaır işsizler ordusuna katmak, onları açlık ve sefalete mahkum ederek kendisi için müstakbel işgücü kaynağı olmalarını asğlamak için çalışmakta, elinden gelen her türlü gayreti göstermektedir.

Bu işsizler ordusuna kattığı takabalar arasında, eski toplumun hakim sınıfları olan aristokrasi yanı sıra, aristokrasinin yakın ittifak içinde olduğu bütün sınıf ve tabakalar da bulunmaktadır. K. Marx, feodal sınıf ve onların kapitalizmin acımasız yok etme mekanismasına kendini kaptırmaktan kurtaramayan feodalizmin buna karşı durmak için nasıl her yola başvurduğunu anlatır:

Feodal Sosyalizm, modern burjuva toplumuna karşı her zaman tavır içinde olan aristokrasinin belirli bir kesimi tarafından, aristokrasinin çıkarları adına yapılan mücadele içinde ortaya çıktı. Ancak bu tür sosyalizmin esas olarak, aristokrasinin kesin yenilgisinin yaşandığı 1830 sonrası Fransız devriminden sonra iyice biçimlendiği anlaşılıyor. Yenilgi kaçınılmaz olmuştu ve artık aristokrasinin, sosyalizm kılıfı içinde çığlık atmaktan başka çareleri kalmadığı anlaşılıyor.

Aristokrasi, sempati uyandırmak ve görünüşte çıkarlarından vazgeçmiş olduğunu yansıtmayı amaçlıyordu. Bunu sosyalizm kılıfı ile yapmayı en uygun yöntem olarak benimsedi. Hiç kuşku yok ki, bunu çok kaba ve içeriksiz biçimde yapmaktaydı. Görüşlerini sanki işçi sınıfının yararına olan öneriler çerçevesine oturtmaya çabalamaktaydılar. Ama gerçekte bütün yapılan, burjuvazinin işçi sınfı mücadelesi ile kaçınılmaz sonu ile ilgili kehanetlerde bulunmaktı. Gücünü yitirmişti ve tek yapabileceği, öcünü bu şekilde almak olmuştu.
Aristokrasi, halkı kendi arkasına toplayabilmek için proleter dilenci çanağını önde bir bayrak gibi salladı. Menifesto’daki bu tanımlama gerçekten ilginçtir. Aristokrasi, ne kadar gülünç bile olsa proletarya yanlısı tavır almaktaydı, kuşkusuz bu durum hemen fark edilmişti ve halk, bu sınıf yanlısı politikanın arkasındaki eski feodal armalı sancakları gördü ve onları küstah alayları ile terk etti.

Feodal sosyalizm, kendi döneminde modern burjuvaziye özgü sömürünün yapılmadığını, yine bu döneme özgü proletaryanın ortaya çıkmamış olduğunu savunuyorlardı. Ama sömürünün farklı nitelik ve nicelikte de olsa burjuva toplumuna has olmadığını ve proletaryanın da bu nitelik ve niceliğe özgü sömürü sonucu zorunlu olarak ortaya çıktığını unutuyorlardı. Burjuvaziye karşı yönelttikleri suçlamanın temelinde, bu sömürü veya proletarya sınıfının varlığından çok, bunların devrimci proletarya yaratmış olması üzerinde yoğunlaşmaktaydı.

Feodal burjuvazinin içine düştüğü çelişki açıktır. Bir taraftan proletarya bayrağını en önde dalgalandırmaktadır, öte yandan burjuvazinin yarattığı toplumu eleştirir ve onun geniş bir proletarya kitlesinin oluşmasına yol açmakla suçlar. Oysa bu arada giderek aristokrasinin kendisi de burjuva sınıfı içinde erime yolundadır. Tüm onurlarını, erdemini pancar şekeri ve patates ispirtosu ticareti ile trampa etmek için diz çöker, unvanlarını bir haylı kararlık anonim şirketlerin kurucularına satarlar. Nasıl papaz toprak sahibi ile el ele olmuşsa, kilise sosyalizmi de feodal sosyalism ile hep el ele olmuştur. Hiristiyan sosyalizmi, aristokratların yanan yüreklerine papazın serptiği sudan başka bir şey değildir.

Kapitalizm, niteliksiz olarak tanımlanan ve kol emeğine dayanan işgücü sahibi olan kesim yanı sıra, aynı zamanda işsiz güçsüz insanların içinde aynı zamanda isşiz diplomalı meslek ordusu oluşturarak onları kitlesel düzeyde yedek işgücüne katmayı başarır. Bunun için akla gelmedik yöntemleri uygulamaya sokar. Bu şekilde oluşturulan nitelikli veya niteliksiz diploma sahibi, zorunlu olarak birbirlerine karşı rakip konumuna düşürülür. Bu şekilde niteliksiz olanlar yanı sıra, iyi eğitim görmüş olanlar da bu issizler ordusuna katılarak bu sefer esas itibarı ile kafa emeği karşılğında işgücünü burjuvazinin işine gelecek en kötü koşullar altında işgücü piyasasında pazarlamak durumuda bırakılır.

Kırsal kesimde durum tamamen içler acısı hale gelir. Kapitalizm ile sanayinin gelişmesi, yeni tarımsal üretim tekniklerinin geliştirilmesini ve bunun tarım ekonomisine sokulmasını getirir. Bu tarımı ancak belli sermaye sahibi kesimin faaliyet göstereceği, tıpkı kent içinde olduğu gibi bir tarafta burjuvazi, öte yanda ise çok çeşitli yöntemlerle ürünlerini üstlendiği maliyetleri kurtaracak düzeyde bile pazarlayamayan üretici, giderek sahip olduğu arazileri kendi geçimine yetmeyen küçük tarım köylüsü ve tarım proletaryasının yer aldığı ve feodal yapıdan artık tamamen farklı bir görünümde tarım kesiminde çözülmeye bırakır. Artık tarım tümüyle pazara dayalı tarımsal üretim, ancak çok geniş topraklarda ve modern tekniklerle yapılmasını gerekli kılıyor, ortalama tarımsal çiftik büyüklükleri bu zorunluluk nedeniyle hızla büyüyor ve küçük toprak sahiplerine hiç bir yaşam şansı bırakmıyor. Bu koşullar altında giderek yok olma sürecine giren küçük burjuvazi, aynen gibi, en az onun kadar ümitsiz bir biçimde kaçınılmaz kaderine karşı koyma çabasına giriyor. Tarımsal kesiminde giderek sahip olduğu toprakları geçimini sağlayamayan köylüler ve ırgat, yarıcı, ücretli vs. gibi çeşitli biçimlerde işgücünü satan topraksız köylüler ve proletarya artık tarımsal faaliyetlerden eline eteğini çeker, büyük kentlerde oluşan geniş bir işsizler ordusuna katılır.

Hiç kuşku yok ki, modern burjuva toplumu oluşumunun tamamlanmadığı ve köylülüğün nüfusun önemli bir kesimini oluşturan ülkelerde bu çözülme ve buna karşı tepki yoğun biçimde ortaya çıkar. Manifesto’da Fransa buna örnek olarak gösterilir. Proletarya yandaşı kesimler, kaçınılmaz olarak burjuvaziye karşı eleştirilerini köylülük ve küçük burjuva bakış açısı ile geliştirirler. Kentlerde küçük esnaf ve meslek erbabının ve kırsal kesimde küçük toprak sahibi köylülüğün yoksullaşması ve giderek proleterleşmesi, her ne kadar kapitalist gelişme için zorunlu ve sağlıklı bir gelişme de olsa ve onlar için kabul edilemez bir durumdur.

Küçük burjuva radikalizminin kapitalizmin gelişmesi ve yaygınlaşması ile eski topluma özgü üretim ilişkilerinin çözülmesi ve giderek yok olması sonucu, bu faaliyetlerle iştigal eden kesimler, kısaca, küçük burjuvaziden alır. Bu bağlamda yok oluş sürecini en yaygın olarak en yaşayan kuşkusuz feodal toplumda hakim konumda yer alan aristokrasi, onun yakın işbirliği içinde olduğu başta büyük ticaret erbabı ve toplumun ileri gelen kesimlerinden en alt tabakaya kadar köylülük dışında feodal toplumu oluşturan bütün sınıf ve tabakalar bulunmaktadır. Öte yandan, eski üretim tarzı ve tarımda eski konumunu yitirek ve giderek yoksullaşan her kesimden köylü sınıfı kapitalizmin gelişimi ile kaçınılmaz bir yok oluş içine girer.

Kapitalizm ile makinelerin ve işbölümünün yaygınlaşması ile üretimin çok hızlı bir artış temposu içine girmesi, giderek zenginliğin artması, sermaye ile toprağın toplulaşması ve bunu izleyen fazla üretim ve bundan kaynaklanan buhranlar hespi bir arada kapitalizmin ilk dönemlerinde bizzat burjuvazinin belirli kesimlerini de içine alacak şekilde felakete yol açan sonuçlarını olduğu tartışma götürmez bir biçimde ortaya çıkmış ve gerçekten da zaman zaman kapitaliz toplum, yıkılışın eşiğine gelmiştir. Bütün toplumu derinden etkileyen ve onun hakim burjuvazi dışında en başta proletarya olmak üzere bütün sınıfları derinden etkileyen bu gelişmeler onların yoksulluğunu artırmış, üretimdeki anarşiyi körüklemiş, servet dağılımındaki korkunç eşitkizliği, uluslar arasında sanayinin yol açtığı paylaşım savaşlarını, eski ahlak kurallarının, aile ilişkilerinin ve milliyetlerin çözülüşünü getirmiştir.

Ne var ki, bütün bu alt üst oluş içinde en derinden etkilenen her zaman proletarya olmuştur. Küçük burjuvazi, hiçbir zaman kendisini toplumun en alt kesimini oluşturan proletarya ile kaderini paylaşma düşüncesi içinde olmamıştır ve küçük burjuva radikalizmi de, hiçbir zaman proletaryanın mücadelesinde kendisi için hiçbir gelecek görmemiştir. Proletaryanın tersine, her zaman için tutunacak bir dalı olmuştu ve bir zamanlar kendisi için çok fazla uzak olmayan geçmişte onun varlığı için bir anlam ifade eden ilişkilere tekrar girebilmek umudunu yitirmeyecekti. Oysa proletarya için durum kesin olarak geri dönülemez bir nitelik kazanmıştır. Bunun için, burjuvazi ile olan mücadelesini bir geriye dönüş olmaksızın yapacaktır. Bu mücadelesi kimi zaman doruk noktasına ulaştığında ise silahlı mücadeleye girmek zorunda kalmış ve her seferinde de bu kalkışmasını kanı ile canı ile ödemiş ve yüz binlerde proletarya, burjuvazinin acımasız katliami ile can vermiştir.

Küçük burjuvazi, son aşamada eski üretim ve mübadele araçlarını, onlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu yeniden geri getirmeye özenir, ya da modern üretim ve mübadele araçlarını, bu araçlar tarafından havaya uçurulan ve uçurulması kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkilerinin çerçevesi içine sıkıştırmak ister. Her iki durumda da hem gerici ve hem ütopyacıdır.Küçük burjuvazinin sınıfsal konumu

Bilindiği gibi K. Marx, bir taraftan bilimsel çalışmalarını yoğun bir tempo ile yürütürken, aynı zamanda siyasi çalışmalara da zaman ayırmasını başarmıştır. Siyasi çalışmalarında başlarda hareket noktası, onun soyut düşünce sistematiğini ve vardığı ilk sonuçları pratik olarak doğrulamaktı. Marksiz felsefenin temellerinin atıldığı ilk dönemlerde K. Marx ve onun gibi kendilerine diyalektik materyalizm yolunda ilerleyenler için de temel sorun pratikti. O zamana kadar filozoflar, hep felsefeyi düşüncede ele almışlardı ve gerçek ve pratik hayatla pek ilgileri yoktu. Hegelci felsefenin etkisinden kurtulmaları, ancak pratik ile mümkün olacaktı. K. Marx ve yandaşları da bu yolu seçtiler. Denilebilir ki, onu siyasi mücadeleye iten felsefe alanında o ve onun gibi düşünenlerin karşı karşıya kaldıkları ve üstesinden gelmek durumunda oldukları bir belirsizlik ve eksik böyle bir pratik ile bağlantılı idi ve gerçekte bu pratik, salt pratik değil, anlamlı, toplumsal yararlı ve insancıl bir pratik olmalıydı. K. Marx ve onun gibi düşünenlerin, bu bağlamda Hegel felsefesinden kopuş için L. Fuerbach’ın getirdiği çözümü bile yeterli bulmamışlardı. Felsefenin konusu insan ve toplum olmalıydı.K. Marx el yordamı ile ilerlediği pratik içinde eksik olan unsuru bulacaktı. Toplum ve insan pratiği, onu günlük siyasi bakış açısı geliştirmesini sağlayacaktı. Bu bağlamda yaptığı değerlendirmeler onu Marksizm’in ayırt edici unsurları olan sınıf ve sınıf mücadelesi eksenine odaklanmasına yol açacaktı. Örneğin, güncel bir nitelik taşıyan sansür ile ilgili bir yazısında Prusya devletinin bu konuda takındığı tutumu gözler önüne seriyor; devletin mutlak iradesinin burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmekte tecelli etmesinin taşıdığı sınıfsal niteliği gözler önüne seriyordu. Bir başka değerlendirmesinde K. Marx büyük mülk sahiplerinin tavırlarını ele alıyordu. Yine güncel bir olaydan hareketle, arazisinde odun toplayıcılığı yapanlar arasındaki çelişkinin ve yoksul kesim ile mülk sahiplerinin karşı karşıya gelişlerini değerlendiriyordu. K. Marx, bu sınıfsal karşıtlığın tüm toplum yapısını tanımlayan diyalektik bir durum olduğunun farkına varmıştı. Burada tez ve antitez çıkarları birbirine karşıt iki sınıftı. K. Marx, bu çelişkide, mücadelenin karşıt iki sınıf arasında geçeceğini, bunun aynen Hegel’de olduğu gibi tarihsel bir süreç içinde kaçınılmaz olduğunu ve senteze ulaşılacağını görmekteydi.

K. Marx, diyalektik materyalizm olarak tanımlanacak felsefi görüşünü pratikte yaptığı gözlemlere dayanarak, bu gözlemlere dayanan soyutlama ile tamamladı. K. Marx, daha en başta, Prusya hükümetine karşı sansür, vs. gibi konularda yapılacak demokratik mücadelelerin, ya da karşıtlık içinde olan iki sınıf dışında, bu tarihsel süreç üzerinde etkili olabilecek bir başka gücün olamayacağını görmekteydi. Felsefe ve siyaset bütünlüğü içinde geliştirdiği bu doğrular ışığında Marksist siyaseti geliştirme ve yerleştirme uğruna K. Marx daha en başlarda böylesi açık bir tutum takınabilmiştir. Bu anlayışta işçi sınıfı, oluşturduğu soyut çerçeve içinde tek başına yer almaktaydı.

Gerçekte Marksist diyalektik, aynı zamanda tekli bir yaklaşım içerir. Kuşkusuz bu teklik, soyut bağlamda, işçiler ile ilgili olmaktan çok, sınıf kavramı ile bağlantılıdır. Çünkü diyalektik oluşum, işçi, küçük burjuva veya burjuva niteliklerinden çok onların sınıfsal “çıkarları” bağlamında bir karşıtlığı, bu karşıtlığın yaşadığı süreci anlatır. Burada karşıtlık içinde olan taraflar, sürecin doğası gereği ikiden fazla olamazlar.

Küçük burjuva sınıfının yeri, bu diyalektik karşıtlık içinde olamaz. Kendine özgü üçüncü bir konum oluşturamaz. Ya işçi sınıfı yanında ya da ona karşı konumda olmalıdır. K. Marx, Prohudon’dan başlayarak çok sonraları Almanya’da sınıf hareketinin doruğuna ulaşmasına karşın, Lasall’cı reformistlerin kuşatmasına boyun eğmemesi için verdiği mücadelede hep bu anlayış ile hareket edecek ve küçük burjuva radikalizmine karşı taviz vermiyecektir.

Küçük burjuva radikalizmi
Burjuvazi, 1848’de bir önceki yüzyılda sonlarına doğru başlattığı ama eksik bıraktığı devrimini, bu sefer proletarya sayesinde tamamlayarak tüm Avrupa’da kesin egemenliğini tesis etti. Öyle ki, nerede bir burjuva varsa, onun arkasında proletarya yer alıyordu. Her ne kadar proletaryanın devrimi sürdürmek istemesi ve silahlarını bırakmayı reddetmesi ona çok pahalıya mal oldu ise de, her iki sınıf da gerçekte rüştünü ispat etmişlerdi.

Böylesine büyük bir alt üst oluşun yaşandığı dönemin arifesinde hala daha kapitalizmin tarihsel ilerleyişini göremeyen, buna bağlı proletaryanın sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığını kabul etmeyenleri olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Kapitalizmin hızla gelişmesinin yarattığı hoşnutsuzluğun artması giderek kendiliğinden ortaya çıkan komünist düşünceleri hızla yaygınlaşmasına yol açmıştı Esas olarak Alman küçük burjuvazisinin temsilciliğini yapan ve kendilerini Gerçek Sosyalistler olarak tanımlayanlar, bu genel hoşnutsuzluk içinde, asıl devrimci kesimin işçı sınıfı olduğunu ayırt edemiyor, kapitalizmin kaçınılmaz olduğunu göremiyor ve komünizmin bir anda kurulabilir olduğunu düşünüyorlardı. Her ne kadar komünist ideallere bağlı olsalar da, sınıf hareketini değerlendiremeyen bu kesimleri karşı K. Marx ve F. Engels, dile getirdikleri maddeci tarih görüşü ve bilimsel komünizmin temellerini attıkları Alman İdeolojisi ile yanıt vereceklerdi. Bilindiği gibi bu eser, aynı zamanda kapitalizmin gelişmesi ile Alman küçük burjuvazisine özgü hoşnutsuzluğu dile getiren ve özünde komünizme düşman olan küçük burjuva anarşizmine de yanıt niteliğindedir.

Gerçek sosyalistler’in görüşlerinin bilimsel sosyalizmi esas almalarını ileri sürmelerine karşın, esas olarak bir proletarya hareketi olmaktan çok, o dönem Almanya’sındaki koşullara özgü ortaya çıkan ve kapitalizmin acımasız ilerleyişi karşısında umutsuzluğa düşün sınıf ve tabakalar, kısaca küçük burjuva ideolojisini temsil etmektedir.

Kapitalizmin ilk aşamasına özgü Alman küçük burjuva radikalizminin ortaya koyduğu görüşler esas olarak Fransız ütopyacılarından esinlenir. Bunun sonucu dile getirilenler, oldukça soyut, ayakları yere basmayan ve pratik hedefler içermeyen öze sahiptir. Ama her şeye rağmen, kapitalist gelişmenin geniş kitlelerde oluşturduğu huzursuzluklardan beslenerek çok yaygın bir taraftar bulmuş, görüş ve düşüncelerini bütün yazılı basında sergilemiş ve kontrol ettikleri çok sayıda gazete ve dergi aracılığı ile işçi sınıfını içinde taraftar bulabilmiştir. Alman küçük burjuva radikalizmi, proletaryanın sınıfsal mücadelesi yerine, kapitalizmin acımasız sömürüsüne karşı duydukları büyük öfke ile bir anlamda ruhani bir “insanlığın kurtuluşu” arayışına girmişlerdi. Gerçekte, sınıf mücadelesini dışlayan bu anlayış, temelde proletarya mücadelesine de aykırı bir tutumdu. Kendilerini “Komünist” olarak tanımlamalarına karşın, toplumsal eşitsizlik ve sömürüye işçi sınıfının toprak sahibi yapılması ile sona erdirilebileceğini ileri sürüyor ve bu şekilde gerçekte kapitalizmin gelişmesi karşısına tutunamayan ve giderek çözülme sürecine giren küçük esnaf ve zanaatkârların küçük burjuva özlemlerini savunmaktan öteye gidemiyorlardı,

Küçük burjuva yılgınlığı ve anarşizm
1848-49 devrimlerinin ardından “gerçek sosyalistlerin” sahneyi terk etmesinden sonra bu sefer küçük girişimciler ve esnaf ve zanaatkâr kesim ile bağlantılı işçi sınıfının temsilcisi olarak P.J. Proudhon’un başını çektiği küçük burjuva radikal hareketi ortaya çıkar. Proudhon, Mülkiyet Nedir? adlı eserinde mülkiyetin bir hırsızlık olduğunu ileri sürmektedir. Bilimsel açıdan bir hayli tartışmalı olan bu eserde Proudhon meta üretimin esas olarak tek elde toplulaşma eğilimini göz ardı etmekte ve mülkiyetin tümüne değil, ama büyük mülkiyete karşı çıkmaktadır.Oysa tarihsel sürecin sağlıklı bir değerlendirmesi, mülkiyetin kaçınılmaz olan bir sonuç olduğunu ortaya koyacaktır. Üretim sürecinde tarih boyunca kaçınılmaz olan bir olgu niteliğndeki ardı değere el konması süreci, kapitalizm ile birlikte giderek hızlanan bir tempoda önceki dönemlere kıyasya mülkiyet kavramını daha belirgin nitelikte gözler önüne sermiştir. Bu süreç, toplumların içinde bulunduğu durum için çeşitli sakıncaları da içeriyor olsa bile, kaçınılmaz olduğu kadar aynı ölçüde yararlı, olumlu ve arzu edilir bir durumdur.

Küçük burjuvazi, bu süreci değerlendirmede yeterli basirete sahip olamıyor. Olamadığı için, mülkiyetin arızi, zararlı ve olumsuz olduğu sonucuna vararak onu dışlıyor. Bu dışlama, aynı zamanda çözümsüzlüğü de içinde barındırıyor. Bu çözümsüzlük; yani süreci değerlendirememe ve ona karşı tavır koyamama, bir anlamda bilimsel yılgınlık niteliğindedir ve bunun olguların inkârından başka bir anlamı olmayan anarşist tavır takınarak kolaycılığı seçme ile sonuçlanması da doğallıkla kaçınılmaz olmaktadır.

Proudhon, özel mülkiyete değil, ama büyük kapitalistler, tefeciler ve bankerlere karşıdır ve bu tutumu ile tam olarak küçük esnaf, zanaatkâr, köylü ve kısaca küçük burjuvaziyi temsil etmektedir. Bu amaçla, büyük sermayenin elindeki zenginliklerin satın alınması ve bütün küçük mülk sahipleri arasında eşit olarak dağıtılmasından dem vurur. Ona göre, kapitalist toplum küçük üreticilerin büyük sermaye ve tekellerin rekabetinden korunması mümkündür. Bu görüşlerini, felsefede ve politik ekonomi ile ilgili söylenecek ne varsa söylemiş olduğunu ileri sürdüğü Sefaletin Felsefesi adlı eserinde dile getirir. Oysa Marx’a göre bu eser, tam tersine, Hegel’in yöntemini anlamadığı gibi, İngiliz burjuva politik ekonomisinden bile geridedir.

Her şeye rağmen Marx, Proudhon’un görüşlerini tutarsız veya temelsiz olarak değerlendirmez. Tam tersine Marx, Proudhon’u orta sınıfların temsilciliğini yapması açısından tutarlı görmekte ve onların dünya görüşlerini ve çıkarlarını savunduğunu söylemektedir. Bu bakımdan da, proletarya hareketinin Proudhon’un görüşlerini anlaması gerektiğini belirtir. Ancak bu şekilde, proletarya hareketi kendini küçük burjuva radikalizminden teorik ve ideolojik olarak ayırt edebilecek ve onlara karşı ileride takınacağı politik tutumu belirleyebilecektir.

Marx, Proudhon ve onun küçük burjuva ideolojisine karşı mücadelede, Alman İdeolojisi içinde geliştirdiği görüşleri bir kez daha gözden geçirecektir: toplumsal gelişmede üretim güçlerinin belirleyici rolü; üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki diyalektik ilişki ve karşılıklı etkileşim; bütün toplumsal kurumların, görüş ve düşüncelerin, üretim tarzına olan bağımlılığı. Buradan hareketle, bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişin tarihsel zorunluluğunun, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin derinleşmesinden kaynaklanışı. Marx, burada tarihe yepyeni bir bakış açısı getirmektedir. Tarihin önder nitelikte kişilerin eseri olduğunu ileri süren sübjektif idealist görüşlere ve nesnel koşullardan bağımsız olarak tarihi yapanın insan iradesi olduğunu ileri süren gönüllü anlayışa karşı çıkmaktadır. Marx, tarihi maddi değerleri üretenlerin yaptığını söyler. Ama bu onların kendi iradesi sonucu değildir; insan kendi üretim güçlerini seçme özgürlüğüne sahip değildir.

Görüldüğü gibi Marx, proletaryanın tarihi misyonunu saptıracak nitelikte tehlikeli gördüğü Proudhon ve onun temsil ettiği küçük burjuva radikalizmini karşı kararlı bir mücedele etmek için hazırlanmaktadır. Proudhon’a karşı Felsefenin Sefaleti adlı eserini bu anlayışla kaleme alır.

Bu eserinde Marx, Alman İdeolojisi içinde dile getirdiği görüşleri bir kez daha ele alır. Proudhon ve onun küçük burjuva görüşlerine karşı Felsefenin Sefaleti çalışması ile Marx, aynı zamanda daha sonra Kapital içinde geliştireceği Marksist politik ekonominin temellerini ortaya atar.

Küçük burjuvazinin temsilcisi olması dolaysı ile doğal olarak Proudhon’un mülkiyete karşı çıkması beklenemezdi ve nitekim mülkiyete karşı çıkmıyor, ama onun “kötü” yanları olduğunu ve dolaysı ile bunların eşitlikçi temelde giderilebileceğini söylüyordu. Bu eşitlikçi yanı ile esas olarak İngiliz ütopistlerinden esinlenmiş oluyordu; ne var ki, mülkiyetin bu kötü yanlarının düzeltilebileceğini söylüyor olmakla, bunu toplumun sosyalist çizgilerde daha da gelişmesi için “geçici” bir dönem için kabul eden ütopiklerden de geriye düşmüş oluyordu. Ne de olsa, ütopikler, proletaryayı esas almıyor olsalar bile Proudhon’dan farklı olarak hiç bir sınıfı temsil etmiyorlardı.

Marx Felsefenin Sefaleti içinde Proudhon’un küçük burjuva ideolojinin zaaflarını ortaya koymakla kalmamış, ama bunun çok ötesinde esas olarak Marksist politik ekonominin temel esaslarını belirleyen diyalektik materyalizm ve materyalist tarih anlayışı ile bağlantılı kapsamlı bir değerlendirme yapmıştır. Ama böylesine kapsamlı bir değerlendirmeyi küçük burjuva sosyalizmi bağlamında ortaya koyması üzerinde durulmaya değer bir husustur. Bilindiği gibi Marx Felsefenin Sefaleti içinde Alman İdeolojisi ile ortaya koyduğu görüşleri daha kapsamlı bir temelde bir kez daha ele alır ve geliştirir. Alman İdeolojisinin Marx ve Engels’in kendilerini “gerçek sosyalistler” olarak tanımlayan küçük burjuva ideolojisine karşı materyalist dünya görüşünü ortaya koymak amacını da taşıdığı düşünülürse, bu bağlantının hiç de yabana atılmayacağı ortaya çıkar.

Birbirini izleyen 1948-49 devrimi öncesi ve sonrasındaki her iki dönemle küçük burjuva hareketi, kendini güçlü bir biçimde ortaya koyuyor ve kitlelerde yankı buluyordu. Kuşkusuz bu durum anlaşılmaz değildir. Her iki dönemde de, kapitalizmin hızlı gelişimi karşısında en fazla zarar görenler küçük mülk sahipleri idi. Bunlar kapitalizmin gelişmesine ayak uyduramıyor, üretimin tek elde toplulaşması sonucunda varlıklarını yitiriyor ve hızla yoksullaşıyordu. Bu gelişmenin bu kesimleri radikalleştirmesi doğaldı. Ne var ki, her iki dönemde de bu radikal hareket, kendini sözde komünist ideallerle yola çıkıyordu ve bu da proletarya hareketi için çok sakıncalı nitelik taşıyordu. Ne kadar radikal ve köktenci görünseler de, her iki hareket temelde kapitalizme karşı çıkmaması, onun eşitlikçi temelde olumsuz yanlarının giderilerek sürdürülmesini savunmaları, proletarya hareketi için çok tehlikeli sonuçlara yol açacak gibiydi.

Felsefenin Sefaleti, kapitalist toplumun temel karakterini ve onun temel çelişkilerini ortaya koyuyor ve proletaryanın sınıf bilincinin onun kurtuluşu için kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Proletarya kurtuluşunun da sınıf temelinde burjuvaziye karşı siyasi mücadele ile sağlanabileceğini zira bunun siyasi temelde yürütülecek iki sınıf arasındaki mücadele olduğunu belirtiyordu. Felsefenin Sefaleti, sınıf mücadelesinin teorik temelleri sağlaması bakımından da işçi sınıfı partisinin oluşumunda ayrıca önem taşımaktadır.

Marx ve Engels, proletaryanın siyasi mücadelesinde proletarya partisinin oluşturulması çalışmalarında bir başka biçimde küçük burjuva radikalizmine karşı mücadele etmek durumunda kaldılar. Siyasi hareketin oluşturulması aşamasında Engels, komünizm ve bununla bağlantılı siyasi mücadelelerin hayatın somut akışından esinlenmesi gerektiğini söylüyor, bunun ise, burjuva demokratik taleplerin çok ötesine geçtiğine dikkat çekiyordu. Öte yandan, oldukça “aşırı” devrimci taleplerle ortaya çıkan küçük burjuva radikalleri, örneğin, Almanya’da monarşinin bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu söyleyerek bunun yerine federal cumhuriyet için köktenci taleplerle mücadele edilmesini savunuyorlardı.

K. Heinzen’in başını çektiği radikaller, bütün devrimci güçlerin monarşiye karşı harekete geçilmesini söylemekteydiler. Gerçekte aynı zamanda burjuvazi ve küçük burjuvazinin görüşlerini dile getiren ve mevcut monarşinin devrilmesi ve demokratik cumhuriyetin kurulması ile bütün sorunların çözüleceğini söylemek gerçekte toplumsal gerçekliğin yadsınması, ekonomik temel ve politik üst yapı arasındaki ilişkinin göz ardı edilmesi anlamına gelmekteydi. Monarşinin yıkılması ile yerine kurulacak yeni politik egemenliğin, onun dayandığı ekonomik temel değişmedikçe, bu ekonomik temelde faaliyet gösteren hakim sınıfların iradesine tabi olması kaçınılmazdı. Radikaller, bunu değerlendiremiyor, demokrasi için mücadelenin sorunların çözümü olacağını söylüyorlardır. Marx, burada Almanya’nın burjuva devrimlerini yapmış diğer ülkelerden farklı olduğunu söyler. Burjuvazi, Almanya’da mutlakıyetten burjuva egemenliğine daha farklı biçimde, barışçı bir yöntemle geçişin yollarını aramaktadır.

Marx, Heinzen gibi küçük burjuva demokratlarının savunduğu “tek ve bölünmez cumhuriyet” sloganını proletarya hareketi için ne anlam ifade ettiğini şu şekilde açıklar. İşçi sınıfı, bir burjuva devrimini işçi sınıfının devrimci mücadelesi için bir ön koşul niteliğinde kabul eder. Burjuva devriminin tamamlanmasının hemen ardından, daha önce aynı devrimi gerçekleştirmiş ülkelerde olduğu gibi, derhal burjuva demokrasisine karşı kendi devrimci egemenliği için mücadeleye geçer. Bunu da, toplumun yeniden oluşturulmasında bir araç olarak kullanacağı proletarya devrimci diktatörlüğü olarak oluşturacaktır.

Dar görüşlülük (sekterlik)
Aralık 1851 tarihinde Fransa’da L. Bonapart bir darbe ile Yasama Meclisi’ni dağıtmış ve kendini imparator ilan ederek Bonapartist diktatörlük oluşturmuştu. Bu sürecin, kapitalist gelişme sürecindeki önemini gören F. Engels’in de teşvikiyle çalışmaya koyulan K. Marx, burjuva sınıfının iç çelişkilerini yansıtan mükemmel bir eser ortaya koydu. K. Marx bu eserinde 1848 Devrimi ve sonrası olayları ele alıyor ve hakim sınıf olarak burjuvazinin basiretsizliği ve diktatörlük ile sonuçlanacak kaçınılmaz sonunu gözler önüne seriyordu.

K. Marx’ın eseri ile hemen hemen aynı dönemde aynı süreç ile ilgili iki farklı çalışma yapıldı. Bunlardan birincisinde V. Hugo, Nepoleon le petit adlı eserinde K. Marx ile neredeyse tam aykırı bir sonuca ulaşacaktı. V. Hugo, Devrim sonrası bütün olup bitenleri Napolyon'un kötü niyeti ile ilişkilendiriyor ve onun bu girişiminin tarihsel gelişmelerle tam bir tezat oluşturduğunu öne sürüyordu. Diğeri Proudhon’un The Social Revolution in the Light of the December 2 Coup adlı çalışmasıydı. Proudhon, bu eserinde olup bitenlerin Bonapartizme yabancı ve aykırı bir gelişme olduğunu ileri sürerek Bonapartizmi aklamaya çalışıyordu.

Her iki eser, sırasıyla burjuva ve küçük burjuva dar görüşlülüğünün birer yansımasından başka bir şey değildi. Her ikisi de K. Marx’ın Fransa’daki olayları tarihsel maddeci bakış açısı ile ele alarak sınıfsal mücadelenin seyrine temellendirerek ulaştığı isabetli sonuçtan hayli uzakta kalmaktaydı. K. Marx, bütün bu gelişmelerin, Fransa’daki sınıf mücadelelerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söylüyordu. Gelinen noktada, sınıf mücadelelerinin bir sonraki adımının sosyalizm olacağını belirtiyor, bu durumun burjuvazi için kaçınılmaz faşist darbe zorunluluğunu ortaya çıkardığını açıklıkla gösteriyordu. Öte yandan küçük burjuva dar görüşlülüğü, Fransa’da Devrim sırasında ve sonrasında sınıflar arası güç dengesinin ulaştığı düzeyi göremiyor, bu dengenin artık geleneksel demokratik yöntemlerle bozulmadan sürdürülemez olduğunu göremiyordu. Nasıl V. Hugo’nun burjuva mantığı bunun esas itibarı ile bir tarihsel süreç olduğu ayrımına varamıyorsa, küçük burjuva yaklaşımı da, sorunun bizatihi demokratik çözüm arayışlarının kendisinde olduğunu göremiyordu.

Burada, K. Marx’ın adı geçen eserde günümüz burjuva demokrasisi ve faşizmin en acımasız biçimi olan Nasyonalizm ile aralarında çok geniş bir yelpazede farklı niteliklerde karşımıza çıkan Korporatizm’e kadar çok çeşitli uygulamalarının ayırt edilmesi ve ortaya konması için çok önem taşıdığını belirtmek gerek. Yine K. Marx’ın çağdaşı küçük burjuva radikalizminin dar görüşlülüğünün özünde şu veya bu biçimde sonuç getirmeyen demokrasi için mücadele beyhude çabalarının da hala daha sürdürülmekte olduğu ibretle görülüyor. Buradaki istikrarlı duruma bakarak, gerçekte küçük burjuva radikalizmine özgü dar görüşlülüğün onunla ayrılmaz nitelik taşıdığı sonucu çıkar. Olayların isabetli çözümünün onların tarihsel süreç içinde ve farklı sınıfların bu tarihsel süreç içindeki konumlanışına göre değerlendirilmesi mümkündür. Bu durumda, küçük burjuvazinin sınıfsal kökeninin belirsiz olduğu gerçeğinden hareket edildiğinde, bu dar görüşlülüğün onun için kaçınılmaz olacağı da doğaldır sonucunu varılabilir.

___________________
(1) K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sos. Yay. S. 55