Bölüm III

Küçük Burjuvazinin Tarihsel Durakları

“Dixi et salvavi animam meam - söyledim ve ruhumu kurtardım (1)  

Küçük burjuvazinin gerçek kimliğini ortaya çıkartan K. Marx, en azından kendi ruhunu kurtarmıştı; çünkü Alman Komünistleri’ne küçük burjuvazi ile birleşmelerinin onlar için felaket olacağını, ama illa Alman İşçi Sınıfı’nın bölünmesini önlemek için bunun yapılması kaçınılmaz olarak düşünülüyorsa, bu birleşmenin en azından asgari müştereklerde sağlanması gerektiği görüşü kaale alınmadı. Almanya’da gerçek ikiyüzlü kimlikleri giderek daha fazla ortaya çıkan Lasallcı küçük burjuva partisi ile komünistler birleşmeye karar verdiler; hem de K. Marx ve F. Engels’in önerilerine hiç kulak asılmaksızın.

 O sırada Alman proletaryasını savunma iddiasında ortaya çıkan Lasallcıların Manifesto’nun ilkelerini kabaca tahrifine dayanan küçük burjuva partisinin amacı, kişisel ihtirasları doğrultusunda kurduğu hayalleri gerçekleştirmek için işçi sınıfını Bismark’ın kollarına atmaktı. Bunun için de, Ayzenahçılar olarak bilinen ve öncülüğünü her ikisi de Marksizm’i benimsemiş A. Bebel ve W. Liebknecht’in yaptığı parti ile birleşme çabasındaydı. Böylece,  proletaryanın yükselen hareketini temsil eden Ayzenahçıların tasfiyesi mümkün olacaktı.

Proletarya davasının birleşme sonrasında daha güçlü bir örgüt ile yürütülecek olması oldukça cazipti ve birleşme kaçınılmaz olarak gerçekleşecekti. Bunun için taraflar Şubat 1875’de Gotha’da bir araya gelerek birleşme program tasarısını kaleme altılar. Ancak, bu tasarı, A. Bebel’e ulaştığında karşı çıktı ve görüş bildirmesi için K. Marx‘a iletildi.

 K. Marx’ın Kenar Notları adı altında Ayzenahçılara program içine dahil edilmesi için kaleme aldığı eleştirilerin hiç biri göz önüne alınmadı ve Lasallcıların canla başla çalıştıkları bu birleşme, Alman işçi sınıfına ihanet belgesi olarak tarihte yerini aldı.

Küçük burjuva anlayışı
 Alman Sosyal Demokrat Partisi birleşme programı dar görüşlü ve sekter küçük burjuva radikalizmini sergiliyordu.  K. Marx, Lasallcıların bu görüşlerini ana başlık altında topluyordu:

Birincisi, küçük burjuvaziye özgü kavram kargaşasıdır. Programda, Emeğin kurtuluşu işçi sınıfının eseri olmalıdır denmektedir. Oysa burada emek sözü ile daha önce kullanılış biçimi ile emekçi sınıf kastediliyor olmalıdır ki, bu durumda, emekçi sınıfın kurtuluşu tanımlaması yersizdir, nasıl olsa işçi sınıfının kurtuluşu, aynı zamanda emekçi sınıfların kurtuluşu olacaktır. 

Öte yandan, emekçi sınıflar tanımı, emeği ile geçinen kesim olarak kabul edilmekte ve bu yönü ile kaderi işçi sınıfı ile bir olduğu varsayılmaktadır. Bu her ne kadar doğru gibi görünse de, gerçekte yanıltıcıdır. Esasında, emekçi sınıflar, işçi sınıfını da kapsıyor olduğu düşünülürse, kapitalist üretim ilişkileri açısından yeterli düzeyde sınıfsal tanımlamayı içermez. Kapitalizmin ortaya çıkışı ile esas olarak iki yeni sınıf ortaya çıkar: burjuvazi ve işçi sınıfı. Bunun dışında kalan kesim, yani feodaller ve orta sınıf, eski döneme ait kesimleri içinde barındırır. Bunlar, eskimiş olan üretim tarzının ürünü olan toplumsal korumaya azimlidir. Zira burjuvazinin ortaya çıkışı ve yükselişi ancak feodaller ve orta sınıfların aleyhine bir seyir izler. Burjuvazinin yükselişi ile feodaller hakim konumlarını ve salt bu konumları ile bağlantılı çıkarlarını yitirirler. Orta sınıflar ise, burjuvazinin gelişmesi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmakta, giderek proleterleşmektedir. Orta sınıf bu duruma şiddette karşı çıkmaktaysa da, kaderini proletarya ile birleştirmeye hiç niyetli değildir. Orta sınıfların bütün amacı, eski konumlarına geri dönmektir.

İlginçtir, birleşme programında, işçi sınıfı dışına bütün öteki sınıflar ancak gerici bir kitle oluştururlar. Belli ki bu tanımlama, Lasallcıların Ayzenahçılara verdiği bir ödün gibi duruyor; ancak böyle bile olsa doğru değildir. Giderek yok olan ve yoksullaşarak proletaryanın saflarına katılmakta olan orta sınıflar, yine de burjuvaziye karşı direnir. Ama bu direniş, kapitalizmi geriletmek veya ortadan kaldırmaktan çok, onun içinde yer almak içindir; yoksa kaderlerini proletarya ile birleştirmeyi aklından hiç mi hiç geçirmez.

Gerçekte, burjuvazinin yükselişine karşı duran yalnız proletaryadır ve yalnız proletarya devrimci sınıftır.

İkincisi, komünist toplum örgütlenmesinde sergilenen sığ yaklaşımdır. Küçük burjuva Lasallcılar, halkçı devlet anlayışını savunur. Bunun toplumsal örgütlenme olgusuna anarşist bakış açısı olduğunu görmek gerekiyor. Devlet, sosyalistler için devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanılacak bir kurumdan öteye geçmez. Bu nedenle özgür halkçı devletten söz etmek saçmalıktır. 

Devlet, mücadelede, devrim düşmanlarını bastırmak kullanılacak için geçici bir kurumdan başka bir şey olamaz. Halkçı devlete bir de özgürlükçü sıfatı takılması ise tamamen saçmadır. Devletin niteliği icabı, özgürlükçü değil, baskıcı bir aygıt olduğu unutulmamalıdır. Proletaryanın devlete gereksinimi sadece kısa bir dönem ile sınırlıdır. Bu gereksinimi de onun hiç de özgürlükçü değil, ama baskıcı amaçlarla, proletarya devrimini geri püskürtmeye çalışacak burjuva güçlerine geri adım attırmak için kullanılacaktır.

Üçüncüsü, komünist toplum ile ilgili yanılsamadır. Her türlü toplumsal ve sayasal eşitsizliğin yıkılması anlayışı yersizdir. Zira sosyalist toplum, eşitsizliğin ortadan kaldırılmasından çok bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasını öngörür. Ama bu eşitsizliğin ortadan kalkması anlamını taşımaz. Sadece mümkün olduğu ölçüde asgariye indirilmesi mümkün olabilir. Sosyalist toplumda da, farklı yerleşim birimleri arasında, kentsel ve kırsal yerleşim alanları arasında ve burada olanların yaşam tarzlarında farklılıklar olacaktır.

Sosyalist toplumu eşitliğin cenneti gibi görmek yanlıştır. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, belli bir döneme özgü geçerliliği olan kavramlardır. Bu kavramlar sosyalist toplumlarda da genel anlamları ile geçerli olmaya devam edecek, ancak özleri değişime uğrayacaktır. Bu kavramlar, artık sınıf farklılıklarının ortadan kalktığı bir ortamda kazanacağı yeni anlamları ile varlığını sürdürecekledir.

Dördüncüsü, küçük burjuvazinin siyasi dar görüşlülüğüdür. Burjuvaziye karşı mücadelede öngörülen hedef, reformist taleplerden öteye gitmez. Özünde salt demokratik talepler, burjuvazinin siyasi egemenliğini hedef almaz, sadece onun meşruiyetini tescil etmek, onaylamak, ona boyun eğmekten öte gitmez. Burjuvaziye karşı yöneltilen demokratik talepler, daha fazla özgürlük, vs. belki onun egemenlik alanlarını sınırlandırabilir, ama hepsi o kadar.

Alman Sosyal Demokrat Partisi birleşme programında yer alan taleplerin oldukça basiretsiz ve kısır bir siyasi hedefi yansıttığı görülür. Demokrasi için yapılan taleplerin bir kısmı, bazı ülkelerde daha o dönemde gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Öte yanan programda, Lasallcıların öteden beri savuna geldikleri parti yardımı talebi yer almaktadır. Bu tür kısa vadeli ve hiç bir sonuca götürmeyecek talepler Lasallcı küçük burjuva anlayışının dar görüşlülüğünü sergiledikleri kadar, aynı zamanda bunları benimseyen Ayzenahçılar için de tam bir yüz karası olmuştur.

Son olarak beşincisi, programda siyasi mücadelede biçiminin eksikliğidir. Bir parti programında siyasi hedefler kadar, bu hedeflerin elde edilmesi için yapılacak çok yönlü mücadele biçiminin de düşünülmesi, değerlendirilmesi ve ana hatları ile ortaya konması kaçınılmazdır. Aksi takdirde programın, ne partinin yandaşları, ne de hitap ettiği geniş kesimler için yol gösterici olması beklenemez.  

 Parti, sermayeye karşı yürüteceği mücadelesinde, ilk aşamada işçi sınıfını örgütlemeyi ve onu parti saflarına katmayı hedeflemelidir. Bu amaçla partinin işçi sınıfını örgütlemede kullanacağı hemen hemen tek araç, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi olacaktır.

Birleşme programında partinin işçilerin sendika çalışmalarında katılması sadece ekonomik mücadelenin daha tutarlı çizgide yürütülmesini sağlamakla kalmaaz. Aynı zamanda ekonomik mücadele içinde siyasi bilinçlenme için bir okul niteliğinde olan işyeri düzeyinde iş yavaşlatma grev ve nihayet ağırlıklı olarak siyasi mücadele aracı olan genel grev eylemleri aracılığı ile bir bütün olarak işçi sınıfının sınıf bilincinin yükseltilmesi mümkün olacaktır.

Hiç kuşku yok ki, Lasallcı’ların temsil ettiği küçük burjuvazinin esas itibarı ile giderek yok olan bir kesim olmaları nedeniyle, kendi sınıfsal yok oluşlarını engellemeleri beyhude bir çabaydı. Bu kısır döngü içinde olanların işçi sınıfının ekonomik mücadelesi hedefi doğrultusunda sendikal mücadeleye katılması, işçi sınıfını bu mücadelede desteklemesi, vs. beklemek mümkün değildir. Çünkü, işçi sınıfının hak arama amacıyla başlattığı ekonomik mücadele zamanla sömürüyü tümüyle ortadan kaldırma seviyesine ulaştığı andan itibaren artık kapitalist sistemin varlığına yönelmiş demektir. Oysa, küçük burjuvazi için varsa yoksa, sınıf değiştirmesi ve burjuva olmaları mümkün olamıyorsa, proleterleşmeye karşı durmaktır. Yoksa, onların kapitalist sistem ile ayakta kalabildikleri ve var olmayı sürdürmeleri ölçüsünde herhangi bir sorunları yoktur.

Ne var ki, burjuvazinin küçük burjuvazi ile çelişkisi çok temel bir sorun ile bağlantılıdır ve bir bakıma burjuvazinin varlığı,  küçük burjuvazinin giderek tasfiye edilmesi ile mümkündür. Küçük ölçekli manifaktür üretimine karşılık, sanayi ölçeğinde sürdürülen üretim, küçük ölçekli ve çok sayıda ticaret erbabı yerine büyük ölçekli ticaret burjuvazisi ve nihayet tarım kesiminde küçük, orta veya büyük ölçekte aile işletmeciliği, tarım proletaryası istihdam eden orta yada büyük tarım işletmeleri yerine tarımsal alana yatırım yapan büyük sermaye böyle bir kaçınılmaz sürecin yansımaları niteliğindedir. Hiç kuşku yok ki, kapitalizm süreci, küçük burjuva kesimlerinin hakim olduğu manifaktür sanayi, ticaret ve tarım yerine, büyük sermayeye yol açacaklar ve kaçınılmaz olarak sınıf atlamayı beceren çok az sayıdaki küçük burjuvazinin dışındakiler proletaryanın saflarında yerlerini alacaklardır.

Ama bu kaçınılmaz yok oluşlarına karşı koymak için seslerini duyurmak, kamuoyunda yankı yapacak ve yankı yapacak eylemlere girişmekten geri kalmayacaklardır. Ancak burjuvazi, bütün bu kuru gürültülerin kendileri için hiç bir tehlike oluşturmayacağının bilincindedir. Bu sefer küçük burjuvazi, etkili olabilmek için düşmanının düşmanı olan proletarya ile işbirliğinin yollarını arayacaktır. 

İşçi sınıfı partilerinin gücü, partinin en üst kademesinden başlayarak işçi sınıfı davasının yanında yer almak, o davaya katılmak ve işçi sınıfını her bakımdan, ilk planda ekonomik, daha sonra siyasi ve ikisi bir arada, nihai sınıf mücadelesinde burjuva egemenliğini hedef alan ideolojik düzeyde bilinçlenme sayesinde sağlanabilir. 

Her şeye rağmen, küçük burjuvazinin temsilcisi Lasallcıların nasıl olup da yukarıda sözü edilen görüşlerini benimsetmeleri partiyi böylesine iğdiş etmelerini anlamak mümkün değil. Partiye devlet yardımı gibi, bir sınıf partisi için yüzkarası niteliğinde taleplerin yanı sıra, ücretlerin tunç yasası gibi, ipe sapa gelmez ve hiç bir bilimsel temeli olmayan görüşlerin benimsenmesini de anlamak zordur.

Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin serüveni
 K. Marx’ın kaleme aldığı Kenar Notları, kısa bir süre içinde Ayzenah grubu liderlerinden Bracke’ye iletildi. Ayrıca F. Engels, dostlarını uyarmak için program tasarısının özünü oluşturan Lasalcılık ve küçük burjuva ideolojisi karışımını sert bir dille eleştiren mektuplar yazmaktaydı. Ne var ki, K. Marx'ın görüşleri göz önünde tutulmadı. Birliğin her ne pahasına olursa olsun sağlanması uğruna K. Marx ve F. Engels ile aynı görüşte olanlar bile, eleştirinin gün ışığına çıkmasını istemedi. Gotha Programı tasarısı, ilk hali ile olduğu gibi kabul edildi. Yine de bu programda yer almayan hususları görmeye eğimli olan ve onu komünist program olarak nitelendiren basının tutumu, K. Marx ve F. Engels’in parti ile bağlarını koparmalarına engel oldu.

Kongreden üç yıl sonra, sosyalistlere karşı yasa kabul edildi ve bu yasa 1890’a kadar yürürlükte kaldı. Bu durumda programın gözden geçirilmesi söz konusu olamazdı. Ama İşçi Partisi’nin durmadan artan nüfuzu, burjuvazinin kendisine de bu gibi önlemlerin etkisiz kaldığını gösterdi. Böylece yasa kaldırıldı. Özgürlük ortamının geri gelmesi ile parti programının yeniden Ekim 1890 tarihindeki Halle kongresinde yeniden ele alınması gündeme geldi.

Bunu firsat bilen F. Engels, K. Marx’ın Kenar Notları’Gotha Programının Eleştirisi başlığı altında yayımladı. Ama parti yöneticilerinin geçmişteki sorumluluklarını açığa vuran ve onların oportünizmini sert bir biçimde eleştiren bu çalışmayı yayınlaması hiç de kolay olmadı. Partinin merkez organı Vorwarts’ta yayınlandığında etkisi büyük oldu. Partinin parlamenter kanadı bu yayını kınadı. Her şeye karşın sonuç alınmıştı ve küçük burjuva yöneticilerinin yaptıkları cezasız kalmayacaktı. Nitekim Ekim 1891'deki parti kongresinde kabul edilen program, Lasallcı demagoji ile bağlarını koparıyor ve partinin teorik temellerini sağlamlaştırıyordu. Bununla birlikte, K. Marx ve F. Engels'in bütün bu çabaları Alman Sosyal Demokrat Partisi içine sinmiş küçük burjuva anlayışını ayıklamakta başarılı olamayacak, Bernştein opportunizminine, 1914'te enternasyonalizme ihanete ve nihayet Kautskinin ve onun ardıllarının yönetiminde Alman sosyal demokrasisini 1933’te Hitler karşısında teslimiyet politikasına götürecek olan proletarya iktidarına karşı çıkmalarına ve Sovyet Devrimi'ni reddetmelerine engel olamayacaktı.

20. yüzyılın başlarına kadar  Marksist hareketin ilk büyük kitle partisi haline gelen Alman Sosyal-Demokrat Partisi ve onun yönetimindeki II. Komünist Enternasyonal'in 1. yeniden paylaşım savaşı karşısında "anayurdun savunulması" söylemiyle kendi emperyalist devletlerinin saflarında yer almaları, partinin işçi sınıfı hareketine ihanetinin belgesi olacaktı. 

I. paylaşım savaşının başlamasından iki yıl önce, 1912 yılında İsviçre'nin Basel kentinde toplanan ve içlerinde Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin de yer aldığı dünya sosyalist partileri "Avrupa'da yaklaşmakta olan savaşı, bütün hükümetlerin 'canice' ve gerici bir girişimleri olarak gördüklerini ve bu girişimin devrimi hızlandırarak kapitalizmin yıkılmasını çabuklaştıracağını" ilan etmişlerdi. Ancak 1914 yılında savaş patlak vermiş ve sosyal-demokrat partilerin çoğu, kendi hükümetleri ile burjuvazisinin yanında yer almışlardı. Bu yer alışta başını Kautsky'nin çektiği Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tutumu belirleyici bir yere sahipti.

2 Aralık 1914 günü Alman meclisinde savaş harcamalarına ilişkin yapılan oylamada Alman Sosyal-Demokrat Partisi olumlu oy kullanmıştır. Bu oylamada karşı oy kullanan tek milletvekili Karl Liebknecht olmuştur.

Bu olay, K. Liebknecht ve R. Luxemburg'un partiden ayrılarak "Spartaküs Birliği" adıyla yeni bir parti kurmalarıyla sonuçlanırken, Alman Sosyal-Demokrat Partisi, bu tarihten itibaren Alman emperyalizminin sadık ve güvenilir bir siyasal partisi haline dönüşmüştür. Ocak 1917’de Spartaküsler olarak tanımlanan ve aralarında R. Luxemburg, K. Liebknecht, H. Haase, vs. yer aldığı proleter devrimcilerin partiden uzaklaştırılması ile sosyal demokratlar, Hitler tarafından son verilene kadar süren Weimar Cumhuriyeti dönemi sırasında artık tam bir düzen partisi haline dönüşmüştür.

1918 Spartaküs Kalkışması
 Alman Sosyal-Demokrat Partisi içinden ayrılan Spartakistlerin bundan sonraki serüveni, bir bakıma küçük burjuva radikalizminin neye hizmet ettiği ve işçi sınıfının gerçek temsilcileri olan Spartakistlere karşı düşmanca tutumları ile, işçi sınıfı ile ne denli karşıya gelebildiklerini görmek bakımından çok öğreticidir.

Öncülüğünü Spartakistlerin yaptığı Bağımsız Alman Sosyal Demokrat Partisi, Ekim 1918’de bir genel grev örgütlemek amacıyla işyeri temsilcilerinden oluşan bir komite kurar. Komite ayaklanma için silahlamaya başladıysa da, grup içinde çıkan anlaşmazlıklar ve tutuklamalar yüzünden girişim başarısız olur.

Ekim ayı sonunda kendilerine İngiliz donanmasına karşı intihar eylemi emri verilen iki Alman savaş gemisindeki 600 denizci emre itaatsizlik yüzünden hapse atılır. Başta bir yanlışlık olduğunu düşünen gemiciler, daha sonra ayaklanır. Ordu birlikleri, gösteri yapan denizcilere ateş açar. Gemicilerden ölen ve yaralananlar olur. Spartaküslerin yoğun ajitasyonu sayesinde hemen hemen bütün donanmayı içeren 100 bin gemici ayaklanarak Wilhemshaven şehrini işgal eder. Subaylar tutuklanır, kimileri öldürülür. İsyan henüz Spartaküslerin kontrolüne geçmemiştir; sadece ajitatörler denetimindedir. Daha sonra isyan, Hamburg’a ve Münih'e yayılır. Aynı gün, başlarında K. Eisner olan ordu ve köylüler Wittelsbach Hanedanlığı ve Bevyera Hükümetini ele geçirir. İsyancılar, burada Bavyera Sosyalist Cumhuriyeti'ni ilan eder. Bütün ülke çapında öncülüğünü Spartaküslerin yaptığı İşçi ve Asker Konseyleri oluşturulmaktadır. Ama isyan yayılma eğilimindeyken, ateşkes ilan edilir. Kayser II. Wilhelm Hollanda’ya kaçar.

İşyeri temsilcileri 9 Kasım'da genel grev düzenlemeyi başarır. Ancak bu arada savaş kredilerine olumlu oy vererek dünya işçi sınıfına ihanet eden Alman Sosyal-Demokrat Partisi sahneye çıkar. Amaçları, devrimci sürece ortak olarak onu kendi reformist mecralarına çekmektir. Genel grev düzenlenen aynı gün, sosyal demokrat P. Shiedemann, K. Liebknecht'ten önce harekete geçerek Reichstag balkonuna çıkar ve Weimer Cumhuriyeti’ni ilan eder. Daha sonra K. Liebknecht balkona çıkar ve kızıl bayrak çekerek devrimi kutlayan kitleye seslenir.  Sosyal demokratların lideri F. Ebert, yeni “Halk Komiserleri” hükümetini ilan eder. Bu arada hapisteki Spartaküsler, devrim lehine ajitasyon yapmayı sürdürmektedir. Bu arada tutuklu bulunan R. Luxemburg ve arkadaşları özgürlüklerine kavuşur.

6 Aralıkta F. Ebert hükümeti,  Berlin İşçi ve Asker Konseyi Komitesi’ni tutuklama girişimi başlatır; ama bu girişim başarısız olur. Tersine, bu girişimi yapanlar tutuklanır. Ama bu karşı devrime karşı mücadelede başlarında reformist sosyal demokrat O. Wels’in yer aldığı ordu ile çıkan çatışmada Spartakistler ağır darbe alır. Göstericilere açılan ateşte 16 Spartakist hayatını kaybeder.

24 Aralıkta reformistler sosyal demokratlarla anlaşmazlığa düşen Spartakistler, yeni oluşturulan Halk Komiserleri’nden istifa eder. Bu gelişmenin ardından Spartakistler, Sosyalizmi kurtarmak için son çare olarak R. Luxemburg, L. Jogices, C. Zetkin ve K. Liebknecht önderliğinde, Berlin’de Ocak 1919'da bir kez daha ayaklanırlar. Reformist sosyal demokrat hükümetin istifa etmesi istenir. Ama 13 Ocak’ta ayaklanmam bastırılır. Sosyal demokratlar, R. Luxemburg ve K. Liebknecht’i haince katlederler. Bundan sonra kurulmuş bütün İşçi ve Asker Konseyleri'nin dağıtılması görevi, bir başka sosyal demokrat olan İçişleri Bakanı Noske’ye verilir. Mart 1919’da bütün konsey üyeleri, yargılanmaya gerek duyulmaksızın tek tek katledilirler.

1923 Alman Devrimi 
1923’te Almanya'da devrim koşulları bir kez daha olgunlaşacaktı. Ama Alman Komünist Partisi, bu somut koşulları değerlendirme basiretini gösteremedi. Komintern liderlerinin devrimci koşullar ile bağlantılı olarak verdikleri çelişkili yönlendirmeler de başarısızlığı getiren bir başka unsur olmuştu. Stalin’in Alman Devrimi'ne karşı takındığı tavır, onun Mart 1917'de reformist burjuvazinin geçici hükümeti ile işbirliği yapma tutumu ile benzeşiyordu. Komintern’e de bu doğrultuda etki yaptı. 1923 Ağustos’unda Zinoviev ve Bukharin’e yazdığı mektupta, “Komünist’ler Sosyal Demokratlarla işbirliği yapmaksızın mı yönetimi ele geçirmeliydiler? Acaba, bunu başaracak düzeye gelebilmişler midir? Kanımca, bütün sorun, Alman hükümetinin devrilip devrilemeyeceği ile bağlantılıdır. Komünistlerin yönetimi ele geçirseler bile, geri püskürtülecekler ve bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerdir. Belki de bugünkü durumu ehveni şer olarak kabul etmek gerekir. Yoksa hiç kuşku yok ki, geri adım attırılacaklardır.”

İngiliz Komünist Partisi’nin serüveni
Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tarihi, küçük-burjuva ideolojisinin ve küçük-burjuva radikalizminin nasıl iki yüzlü davrandığını, zikzaklar çizdiğini, kendi ülkesinin emperyalist savaş ve girişimlerini haklı ve mazur gösterdiğini sergileyen bir tarih olmuştur. Bu yönüyle, Alman Sosyal-Demokrat Partisi'nin tarihi de bundan geri kalmamıştır. Almanya başta olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerdeki küçük-burjuva radikalizminin işçi sınıfı davasına ne ölçüde zarar verdiği ordaya çıkmıştır.

Küçük burjuva radikalizmin bu tarihi misyonu, Almanya’da oldu gibi, işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu bütün ülkelerde gözlenir. Özellikle, sınıf hareketinin tarih sahnesine ilk çıktığı andan itibaren çok güçlü olduğu ve her zaman için burjuvazinin küçük burjuva radikalizmini kullanarak başarı ile yönetmesini bildiği İngiltere’deki durum bunun açık bir örneğidir.

1920’daki kuruluşundan bu yana Büyük Britanya Komünist Partisi-BBKP’nin sosyalist toplumun oluşturulması hedefinde üç farklı dönem ve strateji izler. Bu üç farklı dönem, temelde birbirinden farklı strateji program ve eylem biçimi ile aynı zamanda partinin kendini üç farklı biçimde tanımlaması ile kendini gösteriyor olması ilginçtir. Oysa aynı dönem boyunca İngiltere olarak bildiğimiz Büyük Britanya (İngiltere, İskoçya, Galler, K. İrlanda) içinde işçi sınıfının düşmanı kapitalizm, hiç de farklı stratejiler gerektirecek temel değişim süreci yaşamamıştır.

Gerçekten de, BBKP’nin her üç dönemde sosyalizme ulaşmada farklı bir anlayış, bu amaca ulaşmada farklı bir yöntem ve onun nimetlerinden yararlaşacakların sınıfsal bileşiminde farklı tanımlama getirilmekteydi. Bu üç farklı dönemin, farklı sürelerde ortaya çıkmasına karşın, her birinin birbirinden kesin çizgilerle ayırt edilebilir olduğunu görmek de ilginçtir. Ama belki de her şeyden önemlisi, bu farklılaşma sürecinin Büyük Britanya komünist hareketi için olduğu kadar, aynı zamanda dünya komünist hareketinin de genel eğilimleri yansıttığını da söylemek gerekir. Zaten, böyle olduğu içidir ki, BBKP, genel olarak dünya komünist hareketi içinde, özellikle gelişmiş kapitalist ülke komünist partilerinin tipik yansıması niteliğindedir.

Birinci dönem, proletarya yönetimini öngörür. Bu dönem, kaynağını savaş öncesi sendikal ve işyeri temsilcisi hareketinden alır. Sovyet veya işçi konseyi demokrasisi ile benzerliği ile kendini gösterir. Bu dönem, partinin kuruluşundan sonraki beş yıl boyunca sürer. İkinci strateji, devlet Sosyalizmidir. Bu dönemde, işçi sınıfı hareketinin esas olarak radikal entellektüel ve diğer potansiyel müttefikleri ile işbirliği halinde devlet gücünü toplumu yeniden örgütlemek için kullanmaları hedeflenir. Keza bu dönem de esin kaynağını 1920'lerdeki Sovyet Rusya'sındaki süreçten alır. Üçünü dönem, işçi sınıfı ile İngiltere’deki sözüm ona “ilerici burjuvazi” olarak tanımlanana kesimlerle işbirliğini öngörür. 1935 yılından sonraki uzun parti tarihini kapsar. Esas olarak Halk Cephesi ve “Britanya Sosyalizmi”  stratejilerinde hedeflenen budur.

Partinin sözü edilen bu dönemde izlediği farklı stratejiler, partinin hedef kitlesi ve işbirliği yapacağı sınıf ve tabakaların temelde farklı farklı olması ile sonuçlanır. Bunun sonucunda Parti, farklı dönemlerde karşı karşıya kaldığı, örneğin, 1920’lerde işçi sınıfının geleceğini derinden etkileyen politikalar, 1930’lı yıllarda seçim çalışmaları ve savaş sonrası 1950’lı yıllarda birbirinden temelli farklılıklar sergiler. Öte yandan bu çeşitliliğin, yine de uluslararası düzeyde gözlenen ve esas olarak Sovyetler tarafından empoze edilen eğilimi izlediği görülür. Bu durum kimilerince Partinin Sovyetler tarafından denetlendiği değerlendirilmelerine yol açar. Özellikle Enternasyonal içinde Sovyetlerin etkinliği yanı sıra, komünist partilerin geleneksel merkeziyetçi yapıları bu eleştirileri bir ölçüde haklı kılar. Kimilerine göre de, Sovyetler, proletaryanın gerçek kurtuluşu için bir model niteliğini taşır ve eğer İngiliz komünistler onların çizgisini benimsemişse, bu bir bakıma kendi iradeleri ile olmuştur.

Geriye dönüp bakıldığında BBKP siyasetindeki bu çeşitlilik içinde, partinin özgün kimliğini ayırt etmek zorlaşır. Acaba, İngiliz komünistlerinin misyonu neydi? Birçokları, bu soruyu parti çizgisinin tutarlılığını sorgulamak için soruyorlardı. Gerçekte, bunun üzerinde durmak açıklayıcı olabilir. Kimileri, partinin geniş bir “ahbaplar topluluğunu” aşarak devrimcilerden oluşan kadro hareketi olup olmadığı üzerinde durur. Parti, fabrika ve işyerlerinde oluşturduğu çekirdek kadroların gücü ile mi, yoksa kendine koyduğu hedeflerle mi değerlendirilmelidir? Kuşkusuz partinin en büyük eksikliği, böyle bir çekirdek kadronun oluşturamamasıydı. Ama kuşkusuz, bunu başarabilmiş olsaydı, belki bu dünya tarihini değiştirebilecek bir adım bile olabilirdi. Çünkü ilk dönemde Sovyetlerin kaderi Alman ve İngiliz komünistlerinin başarısına bağlıydı. Komünistlerin işçi sınıfı içinde sağlam bir taban oluşturabilir olmalarının dünya tarihini temelden değiştirebilir olduğundan hareketle, bu ölçüt onların değerlendirilmesi için kullanılamaz demektir. O halde, özgün bir değerlendirmeden çok, J. Hindon, R. Hyman, B. Pearce ve M. Woodhouse, j. McIlory ve G. Powel'in değerlendirmelerinin bir özeti ile yetinmek gerekecek.

Proletarya devrimi
Birinci dönem, Komünist Parti’nin kurulmasının 1926 Genel Grevi'ne kadar sürer.   İngiltere, ilk dünya savaşından esaslı bir sarsıntı geçirmeden çıkmıştır ve bu durum muhalif hareketlerin marjinal kalmasına amil olmuştur. Parti, kuruluşundan sonraki ilk yıllar boyunca, bir işçi sınıfı iktidarını hedefleyen strateji izler. Buna göre sosyalizm, ancak sınıf bilincine varmış, bağımsız proletarya hareketi ile mümkün olabilir. Kapitalizmden sosyalizme geçişte işçi sınıfı tek başına hareket etmelidir. Böylesine yalın bir sosyalizme geçiş hedefi, kimi yerde tartışılıyor idiyse, bu politika ödünsüz olarak izlenir.

Ne var ki, Rusya’da Partiyi iktidara taşıyan kitle hareketleri, İngiltere’de savaş döneminde ortaya çıkan işyeri temsilcileri hareketi içinde o denli güçlü olamaz. Ayrıca bu hareket, Komünist Parti içinden de ideolojik temelde eleştiriye hedef olur. Partinin tam gün profesyonel sendikacılardan çok bizatihi işyerlerinde ekonomik mücadeleye katılan işçi sınıfı tabanına yönelmek gerektiği dile getirilir. Gerçekten de profesyonel sendikacılığın kimi zaman işçi sınıfının siyaseti için ciddi sakıncalar oluşturmaktadır. Partinin sendika yöneticileri sık sık karşı karşıya kaldığı gözlenir. Ama Partinin takındığı tutarlı tavır, işçiler arasında hemen yansıma bulmakta gecikmiyordu.

Komünist partisinin ilk döneme izlediği salt proletarya hareketine dayalı politikası, ağırlıklı olarak salt işçilerden oluşan üye bileşimi yanı sıra, ayı zamanda onun “işçici” siyaset izlenmekle eleştirilir. Sırf proletarya davasına bağlılık adına takınılan sekter tavır, böyle bir anlayışa yabancı olarak algılanan entellektüel davranışları dışlamaktadır. Bu da parti içnde özgün Marksist siyasetin geliştirilmesini sınırlayarak parti üyelerini Marksist teorik silahtan yoksun bırakmaktadır.

Belli ki Parti, ortaya çıkışı ve varlığını salt proletarya hareketine bağlamaktadır. Kendinden önceki hareketlerin kendiliğinden gelişen niteliğini değiştirmek istenmektedir. Bunun için merkezi Parti örgütü kullanılacaktır. Bu merkezi yapıya atfedilen önem, ister istemez parti içinde ademi-merkeziyetçi veya entelektüel olarak nitelenen hareketlere karşı olmayı içinde barındırmaktadır. Partiye yöneltilen eleştiriler, bunda aşırıya kaçıldığı yönündedir: Bu tür işçici sapma, aynı zamanda partinin özellikle ilk yıllarında belirgin olarak gözlenen özgü aşırı-eylemlilik ile bir araya geldiğinde daha da tehlikeli hal almaktaydı. Bütün vaktini esas olarak gazete satışları, afişleme, sokak eylemleri, işlerlerinde molalar ve yemek arası sürelerini de kapsayan bağış toplama ve politik tartışma kampanyaları için eylem içinde yoğunlaştıran parti ve partililer, gerçekte kendilerini toplumdan soyutlamaktaydılar. Tüm aklı ve vücudu ile parti eylemlerine katılanlar, geleneksel yaşam tarzının dışında, çok tekdüze bir kişilik kazanmaktaydılar. Aksine, geleneksel davranışlar, entelektüel çabalar, Parti eylemi dışında geçirilen zaman, vs. eleştirilir. Partili tüm vaktini parti eylemlerinde harcamalıdır, vs.

Zamanla o günün belirleyici koşulları, Partinin kaderini belirleyici hale gelir. 1917-21 devrimci süreci tamamlanmak üzeredir. İngiliz komünistleri, bu süreçte bir atılım yapmayı beceremez. Bunu, Sovyet devriminin kuşatılması izler. Bu koşullarda Enternasyonal, Batılı komünist partilere proletarya iktidarı hedefinden vazgeçilmesini önerir. Bunun yerine, şimdilik ayakta kalma mücadelesi vermeleri ve ikinci bir devrim dalgasını beklemeleri önerilir.

Karşı devrimci dalga süregitmektedir. Yaygın işsizlik dalgası gözlenir. Sovyet ler’de Bolşevik partisi devletleştirilir. Zinovyev döneminde Enternasyonal geri adım atar, devrimci öneriler törpülenmektedir. Bütün bunlar BBKP için zor bir dönemin başlangıcını işaret eder.

BBKP'nin politikasında değişmeler gözlenmektedir. Enternasyonal içinde, Sovyet devriminin güçlendirilmesi hedefi öne çıkar. Oluşturulan Anglo-Rus sendikalar birliğinin mücadelede yeni bir adım olduğu söylenir, oysa bu BBKP’nin ilkelerine aykırı olarak İngiliz sendikal bürokrasisinin meşruiyeti demektir. Ama Parti, bu gelişmelere önceden hazırlanmış, parti içinde eski kuşak yöneticileri yenilenmiştir. Pearce ve Woodhouse, bundan sonra BBKP’nin “Bütün iktidar genel konseyin” sloganın 1926 genel grevinin kaderini çizdiğini söyler. Bu şimdi “devrimci organ" olarak lanse edilen Sendikalar Birliği (TUC) sol kanat liderlerini boş yere umutlandırmaktan başka işe yaramamıştır.

Mayıs 1926 Genel Grevi, İngiliz toplumundaki sınıf ayrımını gözler önüne serer. 1200 komünist tutuklanır. Grev dokuz gün sonra grevciler tarafından sona erdirildiği halde BBKP “Madencilerle Omuz Omuza" sloganı ile TUC liderlerinin ihanetini lanetler. BBKP, “TUC ihaneti madenciler ve tüm İngilizlere ve dünya işçi sınıfına ihanettir” der. Bu belki kolay bir yorumlamadır ve BBKP’nin kabahatini örtbas etmekten uzaktır.

BBKP, 1926 Genel Grevi’nde partinin kendini olası ihanete hazırlamamakla eleştirilir. Öte yandan Enternasyonal’in kendine düşen için bahanesi hazırdır. Zinovyev’e göre BBKP, TUC’un ihanetini öngörememiştir. Oysa aynı Enternasyonal, 1925’te Anglo-Rusya sendikalar birliği adına sendika liderlerini eleştirmemesi önerilmiştir.

Anaç Rusya
İngiliz komünistlerinin esas olarak İngiliz işçi sınıfının bağımsız mücadelesi ile sosyalizmi kurma düşünceleri hiç de sınıf ittifaklarını dışlayıcı bir anlayış içermiyordu. Parti, kendi devrimci kadroları yanı sıra, sendika hareketi içinde yer alanlar yanı sıra, İşçi Partisi taraftarlarına da seslenmekteydi. Bu esas olarak oluşturulan Anglo-Rus sendikalar birliği aracılığı ile yürütülmekteydi. Bu birlik, bütün sendikalı işçileri kucaklayacak hedefleri içermekteydi.

Nitekim Enternasyonal, 1926 yılındaki olaylar sonrasında kapitalizmin yeni bir bunalım dönemine girmekte olduğunu işaret etmekteydi. Bu dönemde, bir öncesinde olduğu gibi sınıf mücadelesi şiddetlenecekti. Ancak bu dönemde Sosyal Demokrat partilerin kapitalizmin yıkılışına karşı direnecekleri söyleniyor ve onların Sosyal Faşist oldukları ilan ediliyordu. Bu nedenle komünistler, Sosyal Demokratlarla olan bütün bağlarını koparmalı, kendi içinde ‘kızıl’ mücadele ekipleri oluşturmalıydı.

Yeni ‘sınıfa karşı sınıf' stratejisi, kendi deneyimleri ile çakışan niteliği itibarı ile İngiliz komünistlerinin çoğunluğu için makul karşılandı. Bu gerçekte reformist sendikal hareketin çıkmazını sergilemekteydi. Bir bakıma gelişmeler bunu kanıtlar nitelikteydi. 1929 sonrasında, büyük bunalım ile çöküşe kadar İşçi Partisi iktidarı tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştı.

Ama bu yeni stratejinin BBKP için ne pratik bir yararı olmamıştı. Olsa olsa BBKP ile SBKP arasındaki ilişkiler gelişmişti, o kadar. Yine de bu BBKP’ye karşı eleştirilerin sonunu getirmeyecekti. Bu esas olarak parti içinde çok sesliliğin önüne geçilememesi doğrultusundaydı. Parti içinde, yeni politika ile takınılan sekter tavrın Partinin gücünü yitirmesi ile sonuçlandığı belertiliyordu. Gerçekten de, Parti üye sayısı, 1926'daki 10 bin seviyesinden dört yıl içnde 2 bine düşmüştü.

Sonuçta, Parti içinde uzlaşmacı tavırdan yana olanlar yönetimden uzaklaştırıldı. Ama Partinin kan kaybı devam ediyordu. Parti içinde bu sürecin tersine çevrilmesine yönelik ciddi bir öneri getirilemiyordu. En sonunda kabahat, ehveni şer olarak öngörülen İşçi Partisi’ne kesildi. İşçi sınıfı için en büyük tehlike İşçi Partisi idi. Partinin bu husus üzerinde daha fazla gitmesi istendi. Bu arada Parti, SBKP ile geliştirilen sıcak ilişkiler doğrultusunda, Partililere SBKP’li dostlarının kendileri için ne denli önemli olduğu görüşünü yayıyordu. Hatta Uluslar Birliği’nin Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist savaş planlamakla suçlandı. Bu arada Parti, İngiliz işçi sınıfının Sovyetler Birliği’nin sanayileşmesine katkı yapması için çeşitli fikirler üzerinde duruyordu.

Berlin duvarının yıkılmasından sonraki sürece bakılarak yapılan değerlendirme, BBKP’nin SBKP yakınlaşmasının İngiliz işçi sınıfı tarafından benimsenmediği anlaşılıyor. Bu İngiliz kapitalizminin savaştan büyük ölçüde istikrarını koruyarak çıkması nedeniyle marjinal düzeyde yola çıkan İngiliz komünistlerinin kâbusu olmuştu. İngiliz işçileri için model olmaktan çıkmıştı Sovyetler. Orada her şey anlatılanların tersi gelişme içindeydi. Parti-devlet bütünleşmesi 1920'li yılların ortalarında tamamlanmıştı. 1930'larda ise parti artık bürokrasinin avucundaydı. Kuşkusuz, Sovyetleri emperyalist güçler tarafından izolasyonu yol açmıştı bu gelişmeye. Ama mutlaka böyle olmayabilirdi. Sovyetlerin düşmanları, bu gelişmeleri çok iyi değerlendirmiş ve çok iyi propagandasını yapmaktaydılar.

Büyük Britanya Komünist Partisi tarihine geri dönüp bakanların ortak yargısı, SBKP yakınlaşmasının BBKP’yi izolasyona mahkum ettiği doğrultusundadır. Bu yakınlaşma, Partinin aşırı sol strateji hedeflemesine yol açtı. Bu onu işçi sınıfı partisinden uzaklaştırdı. Parti, sürekli Sovyet yanlısı bir tavır takındı. Bu durum, parti yönetimi ve üyeleri arasında bir uçurum oluşmasına yol açtı. Yönetim ve parti tabanı birbirinden uzaklaştı. Parti içi demokrasi eksikliği ve partinin bağımsız niteliğinin zayıflaması, kendini parti üyesi sayısının azalması ile gösterdi. Enternasyonal önerilerine bağlılık, Partinin İngiltere’ye özgü yerel politikalar geliştirebilmesini önledi. Parti, faşist partinin kurulması ve gelişmesine karşı net bir tavır sergileyemedi. Zira asıl politika faşistlere karşı olmaktan çok, ‘sınıfa karşı sınıf' ilkesi doğrultusunda 'sosyal faşistlere yöneltilmişti. Bu bağlamda tutarlı politika izlenmesi, ancak 1935 yılında mümkün olabildi. Faşist parti ve taraftarlarına karşı yürütülen başarılı çalışmalar, BBKP’nin yeniden canlanmasına vesile oluşturdu.

Genişletilmiş demokratik ittifak 
Ama bu sefer de, Parti, Halk Cephesi stratejisini benimseyerek kuruluş dönemindeki açık ve devrimci Marksist parti kimliğinden bir kez daha uzaklaşacaktır. Esin kaynağı, bir kez daha Enternasyonal’dir.  Bu belki Enternasyonal için kaçınılmazdır. Çünkü Hitler, komünistleri hedef almakta vakit kaybetmemiştir.

Burada, Enternasyonal’e getirilen bir eleştiri de şudur: Hitler'in Almanya’da yükselişinde Alman Komünist Partisi’nin basiretsiz davranışının etkisi olduğu ileri sürülür. Buna göre, Almanlar, Sosyal Demokratları eleştirme yerine, onlarla işbirliği yapmış olsalardı, Hitler’in işi zorlaşacaktı. Oysa Almanlar Enternasyonalin sözünden çıkmış değillerdi. Şimdi geç de olsa Enternasyonal hatasını telafi etme çabasındadır; ilkinin tam tersi anlayış ile Cephe stratejisi izleyerek.

Bu yolu açan da 1934’te Fransız komünistleri oldu. İlk defa Fransızlar orta-sol ile işbirliği fikrini geliştirdiler. Bu daha sonra geniş bir kesimi içine alan işbirliğine yol açtı. Buna kimi sağcı unsurlar, liberal partiler ve tutucular da dahil edildi. Cephe hareketi, Hitler’in Sovyetlere yönelttiği tehdit ile daha da yaygınlaştı. İngiltere’de bu gelişmeler, kendini yeni bir politika izlenmesi ile sonuçlandı: İşçi sınıfı ile orta sınıf ittifakı. Bunun sonucunda sosyalizm, orta sınıflara uygun olarak yeniden tanımlandı. Bu politika, aynı zamanda kendini Partinin liderlerinin politik anlayışlarına da yansıdı.

Artık parlamenter mücadele biçimi, tamamlayıcı, hatta giderek asli mücadele biçimine dönüştürülür. Amaç olarak devlet aygıtının dönüştürülmesi ve demokratikleştirilmesidir. Esas olan parlamenter sistemin yerine bir başka sistemin konması değil, onun değiştirilmesidir. Artık BBKP’nin önünde yeni bir politik çizgi konmuştur: 'İngilizlere Özgü Sosyalizm”.

Bunu izleyen dönemlerde tamamlayıcı programlar gelir ardı ardına savaş sonrası dönemde. Artık bir işçi sınıfı iktidarı hedefi dışlanır. Asıl hedef, parlamentonun dönüştürülmesidir. 50’li ve 60’lı yıllarda seçimlerde başarılı olmak için çaba gösterilir. Daha sonra İşçi Partisi desteklenmesi öngörülür. 70’li ve 80’li yıllarda genişletişmiş demokratik işbirliği politikaları izlenir. 1980'li yıllarda sendikalara karşı tutum takınılır, buna madencilerin grevi de dahildir. İngiltere'de "demokratik dönüşüm" algılaması hakim olur partide.

Halk Cephesi politikası, BBKP için sonsuz sayıda açılımlar sonar. 1940’larda bir dizi “küçük burjuva" değer yargılarının benimsenmesi tartışmaları ile geçer. Ama asıl bomba, 1946’da parti konferansında E. Heffer tarafından ortaya atılan proletarya devrimi kavramının terk edilmesidir. Bu artık bir dizi gelişimin başlangıcını oluşturur: artık Büyük Britanya Komünist Partisi 1935’teki durumundan köklü değişimler geçirmiştir.

Partinin ilk dönemdeki proletarya devrimi için mücadelesi ve ikinci dönemde Enternasyonal çizgisinde Rus devrimi yanlısı politikalarından sonra üçüncü dönemde izlediği politikalar, aynı zamanda partililik kavramında da temelli değişiklikleri içerir: Partililer artık Marksist teorik perspektiften uzaktır. Partililik anlayışı, öylesine fedakârlık gerektirecek bağlılık kavramına yabancıdır. 1990/91 yıllarındaki meşum tasfiyesinden sonra Parti artık üyelik, strateji, tarz, hedefler vs. açısından artık tanınmayacak haldedir.

TKP’nin Servüveni
Türkiye Komünist Partisi’nin serüveni, cumhuriyetin kuruluşu ile yakından bağlantılıdır. Bu bir taraftan cumhuriyetin kuruluşu ile dünyada ilk sosyalist işçi devletinin kuruluşu ile yaklaşık bir yüz yıllık geleneğe sahip TKP (2) hareketinin utkan geleneği, küçük burjuva radikalizmi ile ilgili olarak zengin bir örnek oluşturmaktadır. Romantik bir devrim anlayışının serpilmesi olanak sağlayan bir dönemde kurulan TKP, bütün bir yüz yıl boyunca kuruluşuna kaynaklık eden koşulların sürekli değişmesine aldırmaksızın çizgisini korumasından sonra, kaçınılmaz kaderine boyun eğdi (3). Bir an için kim olgular mistik bir bulut ile sarılıp çekilik sağlayabiliyor. Ama bu kısa süre için geçerli. Zamanla koşullar değişiyor. Bir anlamda “kararlılık adına tutuculuk” sonuç vermiyor. Bu silah bir süre sonra geri tepiyor. Tutanın elinde patlıyor. Bütün mistik tutkular peşinde kararlı olanlar için olduğu gibi.

Ulusal Bilinç, Sınıf Bilinci 
TKP tarihi ile ilgili kaynaklara bakıldığında (4), ilk göze çarpan, kendini dev aynasına görme sendromudur. Bunlardan birinde, söze Türkiye Komünist Partisi (TKP), Cumhuriyet Türkiye’sinin en eski siyasi partisidir (5), diye başlar. Böyle bir girizgâh,  eğer Türk tarihinin Cumhuriyetle başlatılması gelenekçiliği inatla sürdürenlerin yaklaşımını benimsemek ve izlemek değilse bile, en azından Cumhuriyet öncesi Türk işçi sınıfı tarihini Cumhuriyet öncesi süreçte göz ardı etmek demektir. Bir başka kaynakta, ise, Türkiye topraklarında ilk komünist grupların küçük örgütler olarak 1918 yılında ortaya çıktığı ileri sürülür (6). Burada da, işçi sınıfı hareketinin Cumhuriyet ile bağlantılı olduğu iması yer almaktadır. Ama her iki görüşün esin kaynağının, gerçekte, işçi sınıfı hareketinin her ne sebeple olursa olsun bir hareketini göz önünde bulundurmak değildir. Oysa siyasi eğilimi ve konumlanışı ister sol ister sağ nitelikte olsun, işçi sınıfı hareketinin tarihsel olarak bizler için önem taşımaktadır. En azından, öngörülen sol muhalefet hareketinin gerçek kaynağı ancak bu şekilde bulunabilir.

Ancak sözü edilen taraflar, söz birliği etmiş gibi, TKP’nin tarih sahnesine çıkışını ya da onların meşruiyetini Türkiye’nin ulusal kurtuluş mücadelesi ile bağlama konusunda birleşirler. Hatta bu eşzamanlı süreç, son derece anlamlı olduğu düşünülen anti-emperyalist mücadele ile ilişkilendirilir: “1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı’nın orduları terhis edilmişti. Bundan sonra emperyalistler ülke topraklarını işgale başladılar. Komünist örgütlenmeler işte tam o günlerde savaşa girdi. Bunlardan biri ikisi usta 4 işçi tarafından Ziraat Okulunda kurulmuştu”. Diğer kaynakta da aynı değerlendirme yer almakta ve sınıf bilincinin, tümüyle ulusal bilinç ile bağlantılı olduğu imajı verilmeye çalışılmaktadır: “1. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde ülkemizin özel bir durumu vardı: Galip gelen emperyalist devletler, Türkiye’nin (Osmanlı Devleti olması gerek) devlet olarak varlığına son verme yolundaki kararlarını uygulamaya koyuldular.” Ve işte, bu gelişme sonrasındadır ki, Türkiye işçi sınıfı, sınıf bilincine erişmiş olmakta ve dolaysı ile her iki görüş de, TKP’nin böyle bir ulusal bilinç üzerine odaklanmış sınıf temelinden yola çıktığı söylenmeye çalışılmaktadır.

TKP’nin tarihi, böylesi bir ulusal bilinç ve ulusal kurtuluş mücadelesinde katılma tarihi ile bütünleştirilerek başlatılmakta ve daha sonra da işçi sınıfı hareketinin ve dolaysıyla TKP’nin böyle bir bilinç ile yoluna devam ettiği ve kısaca sözüm ona parti tarihinin ulusal kurtuluş mücadelesi tarihi ile özdeş olduğu anlatılmaktadır: “Almanya ile işbirliği çerçevesinde, Almanya’da tersane ve tophane tesislerine Türk işçileri gönderilmişti. Burada bilinçlenen işçiler, döndüklerinde hücre oluşturdular, halka ve işçilere yönelik duyuru yayınladılar. Emperyalistlere karşı savaşmaya çağrıldılar. Ancak grup çalışmaları polis tarafından engellendi, bazıları tutuklandı, diğerleri, Anadolu’ya geçip cepheye gittiler.” Yine bir başka yerde, ulusal kurtuluş mücadelesinden övgü ile söz edilmekte ve işçi sınıfı adına ona sahip çıkılmaktadır: “Ulusal kurtuluş savaşımız başladı. Emperyalist devletler karşımızdaydı. Bütün dünya ülke proletaryası ulusal kurtuluş savaşımıza destek çıktılar. Kurtuluş savaşı yıllarında Türkiye’nin birçok yerinde komünist grupların oluşması doğaldır. Tükiye işçi sınıfının tarih sahnesinde yerini alması böyle bir ortamda olmuştur.”

Hiç de değil. Bu tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Hiç kuşku yok ki, ulusal kurtuluş mücadelesine çok çeşitli sınıf ve tabakalar ile onların siyasi temsilcilerin katılması, başka, Türk işçi sınıfının tarih sahnesine bu koşullar altında çıkması başkadır. TKP’nin Türk işçi sınıfı hareketinin başlangıcını temsil ettiği ya da işçi sınıfı hareketinin doğuşuna öncülük ettiği zaten tutarsız bir savdır. Bir öncülük sorunu var olacaksa, bunun tersi olması, Türk işçi sınıfının TKP’nin oluşumuna yol açması beklenir ve TKP’nin gerçekten işçi sınıfını temsil ettiği söyleniyorsa, onun bağrında vücut ve gelişmiş olması daha doğrudur.

Ne var ki, TKP kaynakları, gerek Türk işçi sınıfı hareketinin doğuşu ve gerekse onun örgütünün ortaya çıkışında büyük bir yanılgı içindeler. Burada daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Kurtuluş savaşı koşulları oluşmadan yada Cumhuriyet sürecinin başlatılmasından çok önce Türklerin yaşadığı topraklarda, Türk işçi sınıfı doğuşu ve gelişimine tanık olunmuş, onun ortaya çıkardığı güçlü ve enternasyonal düzeyde mücadele yürüten komünist temsilcileri aracılığı ile ses getiren ve uluslar arası düzeyde kabul gören hareketinin çoktan başlamış olduğu bir vakıadır:

“Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu tarihinin ön önemli özelliği, sadece Türkiye ve Makedonya toplumsal hareketlerinde önemli olmakla kalmamış, ama aynı zamanda yürüttüğü mücadele ve bunlarla elde ettiği sonuçlardan hareketle, uluslar arası bir boyut ve önem kazanmış, Balkan sosyalizm tarihinin bir parçası olmuştur (7). O zaman şunu sormak gerekir: Acaba, Türklerin 600 yüz yılı aşkın cihanı titreten imparatorluğu, ne zamandır Türk işçi sınıfının vatanı sayılmamaktadır? (8)  

Türk işçi sınıfı hareketinin, TKP taraftarlarının ileri sürdüğünün tersine, 1908 yılında başladığı kabul edilir. Türk işçi sınıfı hareketi,  Osmanlı imparatorluğu içinde örgütsel anlamda da aynı yıl başladığı kabul edilir. Ağustos-Eylül arası 30’a yakın grevin patlak vermesi ile gelişir. Bu eylemlerin yoğun olarak gözlendiği yer ise Selanik’tir. Aynı zamanda İstanbul’dan sonra Osmanlı’nın en önde gelen sanayi ve ticaret merkezlerinden biri olan ve beş milliyetten proletaryayı barındıran Selanik, sosyalist hareketin ve örgütlenmenin de beşiği olmuştur. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu (SSİF), gerçek anlamda kitlesel tabanı olan ve Enternasyonal tarafından resmen tanınan bir örgüttü.

SSİF’in Türk işçi sınıfı hareketinin başlangıcın oluşturmasında belki de Selanik nüfusunun çoğunluğunun Türklerden oluşmadığı gerekçe gösterilebilir mi? Bunu düşünmek pek mümkün görünmüyor. SSİF’in enternasyonal tarafından kabul edilmiş olması bunu yadsıyan bir gerekçe olmasına karşın, SSİF’in salt sınıf temeline örgütlenmiş olması ve hatta bunu uvriyerizm eğilimleri gösteren ortadoks bir örgütlenme anlayışı sergiliyor olması onun Osmanlı’ya özgü işçi sınıfının siyasi temsilcisi olmasına yetiyor.

Dahası, SSİF, ulusal sorun hakkında çok açık ve tutarlı görüşlere sahipti. Bu sorun, SSİF’e göre, Osmanlı imparatorluğunun bir toplumsal yenilenmesi çerçevesi içinde çözümlenmeliydi. Böyle bir yenilenme giderek çağdaş bir Osmanlı Milleti’ne yol açacaktı. Bu, Selanik gibi tümüyle kozmopolit ve büyük devletlerin Balkanlaştırma politikalarına karşı çağdaş bir proleter bakış açısı olması bakımından önem taşır. Öyle ki, SSİF, Balkan savaşını bir felaket olarak görür. Selanik’in Yunanistan’a bağlanışını bir işgal olarak değerlendirir ve bunu SSİF’in reddettiğini ilan eder.

Takrir_i Sükun Yasası 
Dünya komünist partileri, uzun vadeli, geleneksel, sade ve istikrarlı kuruluş ve varoluşları ile bilinirler. Bir zamanlar II. Enternasyonal’in en büyük partisi, bugün Alman burjuvazisinin sığındığı en güvenli liman haline gelmiş Alman Sosyal Demokrat Partisi kuruluşu, 1875’lere uzanır.  İtalyan, Britanya ve Fransız komünist partilerinin kuruluşu 1920’li yıllardır. Bu istikrar, partilerin kuruluşlarının çok eskilere dayanması, parti varlığını ve faaliyetlerini kesintisiz sürdürmesi, ülkenin içinde düştüğü dünya çapında savaşlar yanı sıra, en temelli dönüm noktalarında takındığı tutarlı tavırları ile yansır. Komünist partiler, büyük bir yükseliş, çöküş ve yeniden toparlanma tarihine sahip adeta kapitalist dünyanın bilinci gibidir. Bu aynı zamanda bu faaliyetlerin havada, değil, aynı zamanda kayıtlı belge ve kaynakları ile böyledir. Kendisini, Türk işçi sınıfının miladı olarak göre TKP’nin Batılı komünist partileri düzeyindeki gelenekselliği, bunun la sınırlı kalmakta, “TKP tarihini yazmaktaki esas güçlük, eldeki yazılı, orijinal dokümanların kısıtlı olmasıdır. Bugüne ulasan kaynakların ve bilgilerin yeterli olmaması, TKP tarihini yeterince aydınlatmayı engellemektedir” itirafında bulunarak, bu benzerliğinin gerçekte göründüğünden de yüzeyde olduğunu itiraf etmektedir.

Dolaysıyla, TKP tarihi, hep menkıbelere, söylentilere ve mişli-geçmiş zamanla anlatılan rivayetlere dayandırılmaktadır: “Bir grup Ahmet ustanın Kadırga’daki evinde toplanır.” Kuşkusuz, henüz soyadı kanunu çıkmamıştır, ama Ahmet usta’nın bu tanımlama ile ayırt edilmesi de pek uygun değildir; zira o tarihte çok sayıda Ahmet adı altında usta olasılığı vardır.

Daha da olmadıysa, TKP tarihinin ABD Yüksek Komiserliğinin raporlarında Bolşeviklerin etkinliğinin kaynak gösterilmesi ile aktarılmasında ne beis olabilir ki? Bu rapora göre, Çatalca kampında Bolşevik’lere sevgi duyulduğundan söz edilir.   

Ama hiç de olmadıysa, beis yok; uğruna mücadele edilen Türk burjuvazisinin devleti ve bunun tarihinin TKP tarihi içinde harmanlanması neden olmasın? İşte, böyle bir bütünsellik içinde aktarılır TKP tarihi: “… 1925 Mart’ı…Kürt İsyanı. İstiklal mahkemeleri, Kemalist Anadolu burjuvazisinin ‘İstiklal Mahkemeleri’ ile hukuk ve özgürlükleri kökünden budamaları…Bu arada Türk ve Kürt Ulusu” ikilemesi ile Kürt şovenizmine göndermeler. Ve son olarak Takrir’i Sükun yasası.

Peki, acaba Takrir’i Sükun yasası yeni Türk Cumhuriyeti’nde TKP öncülüğünde sınıf hareketinin yükselişine karşı Anadolu burjuvazisinin başvurduğu son çare olarak görülebilir mi? Ne yazık ki hayır!

İngiltere, Kurtuluş savaşına karşı ayaklanma başlatmak amacıyla, günümüzde ABD’nin liberal ekonomi ile harmanlanmış yaptığı gibi, ülke içinde irticai hareketleri körüklemektedir. Yeni meclis  bir “irticayı önleme” yasası çıkartır. Ancak zafer kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuştur. Ama, İngilizler, boğazlar meselesi yanında petrol zengini Musul meselesinde de ayak diretmektedir.

İngilizler, Musul meselesinde irtica kartı yanı sıra, bu sefer Kürt kartını oynar. Şeyh Sait isyanını örgütler. Türk resmi kaynaklar, bunu şu şekilde aktarmaktadır: “Bölgede bir ayaklanma çıkartmak ve bu yolda Musul konusundaki isteklerini Türkiye'ye kabul ettirmek amacında olan İngilizler, Nasturi’Ieri kışkırtarak bir ayaklanma çıkmasını hazırladılar.” Bunun üzerine, Vatana ihanet yasası (1925) çıkartılır. Bunun yanı sıra, Takrir_i Sükun yasası çıkartılır.

Kürt Sait isyanı ile ilgili ilk bilgiler, 16 Şubat 1925’de gazetelerde ye alır. Vatana ihanet yasası ve Takrir_i Sükun yasası bunu izleyen Mart ayında çıkartılır. Her iki yasanın da, Diyarbakır ele geçirilerek, İngilizlerin elindeki Musul ile bağlantı sağlandıktan sonra Akdeniz’e ulaşmak için ayaklanan İngiltere destekli Kürt isyanına yönelik olduğu anlaşılmaktadır (9). Gerçekten de, Takrir_i Sükun yasasının Türk işçi sınıfı hareketinin önlenmesine yönelik olarak çıkartıldığına ilişkin herhangi bir emare yoktur. Nitekim Musul sorununun bir şekilde çözümlenmesi ile Doğu Anadolu’da Kürt yurttaşlarının geleneksel olarak barış ve huzur içinde (ama her zaman olduğu gibi, Anadolu’nun dört bir yanı için olduğu gibi çağdaş yaşam koşullarından uzak) yaşaması için herhangi bir engel kalmadığı 1929 yılına doğru bu yasa yürürlükten kaldırılmıştır (10).

Nitekim Cumhuriyet döneminin ilk sıkıyönetimi de, yine Kürt isyanını genişlemesi ile bağlantılı oldu. Bunun ardından getirilen İstiklal Mahkemeleri de, Cumhuriyet’in bekası için getirilen bir tedbirdi ve her iki uygulamanın da komünizm tehlikesi ile doğrudan bir ilişkisi yoktu. Hiç kuşkusuz, Cumhuriyet Kürt isyanı ve onun arkasında Ortadoğu petrollerine göz diken İngiltere’nin kışkırtması ile ciddi bir tehlike altındaydı ve bundan komünistlerin de büyük bir zarar göreceği açıktı. Ama bu baskıcı dönemin başlatılmasının da bitirilmesinin de doğrudan bir sınıf hareketi ile ilişkisi olmadığı ortadaydı.

Ama TKP kaynakları, bunun tersine inanmaya azmetmiştir: “Türk, Kürt ve Türkiye’de yaşayan diğer azınlıklar yoksul ve orta halli halk kitleleri sömürülüyor, soluk aldırmaksızın eziliyordu. Bu zulme karşı, 1929 yılında dişlerini gıcırdatan, sessiz kalmak istemeyen halkı yatıştırmak için Takrir_i Sükun yasası kaldırıldı.” Demek ki, TKP’nin katkısı için bir şey söylenmiyor, ama halk diş gıcırdatıyor olmakla CHP’nin temsil ettiği milli burjuvaziyi korkutmuş ve yasanın kaldırılmasını başarmıştı.

 TKP’nin ilk kuruluş dönemine ait parti programı yukarıda sözü edilen yazılı kaynak yetersizliği sonucu olsa gerek, elde mevcut görünüyor. Bunun yerine, 1930 dönemi öncesinde yarı legal nitelikte vaya partiye yakın gruplarca yayınlanan Aydınlık, Orak Çekiç ve Yoldaş yanı sıra, 1930 sonrasındaki İnkilap Yolu aracılığı ile görüş ve programını yaygınlaştırmaktadır. Parti çevrelerinden, İnkilap Yolu için örgütün yayın organı olarak söz edildiği, bu organ ile “İşçi köylü devrimi için çalışan partimize, üye olsun, olmasın bütün mücadele edenlerin düşünce düzeyleri yükseltilmeli, bilinçlendirilmelidir. Ülkemize ait sosyal, ekonomik ve siyasi durum tahlili yolları gösterilmelidir. Ulusal ve uluslar arası durumlar, olaylar ve Komintern’in ve TKP’nin görüşleri ve tezlerine yer verilmelidir. Bütün dünya ülkelerindeki devrimci hareket hakkında haberler yer almalıdır. Düzenli bir biçimde çıkan bilimsel ve siyasal bir yapı içermelidir.” denmekte olduğuna bakılarak bu yargının yanlış olmadığı anlaşılıyor. Zaten, 1930 öncesi dönem kastedilerek, yeterli parti yayınlarının olmamasının parti görüş çizgi ve direktiflerinin kitlelere zamanında aktarılamadığından söz edilmektedir.  Bu aynı zamanda parti saflarında görüş birliği oluşturulamaması tehlikesini de içinde barındırmaktadır.

Ama heyhat, bu tehlike işte partinin Komintern’e bağlı küçük ama inançlı rehber kadrosunun varlığı ile atlatılabilmiştir! Demek ki, TKP hareketinin varlığını sürdürmesi, hedef kitleye olan organik bağlılığı ile değil, ama Komintern’e bağlılık ile sağlanabilmektedir. Herhalde bu, Komintern’e Türkiye dahil bütün komşu olan ve olmayan ülkeleri kapsadığı iddiasını sürdürebilmesi ile bağlantılı olsa gerekir. Yoksa bu bağlılığın Türk işçi ve köylüsüne ne gibi bir yarar sağladığı açık değildir.

Sonunda, mevcut kuvvetlerin tekrar bir merkez etrafında toplamanın ve bir sistem dahilinde harekete sevk etmenin tek yolunun böyle bir yayın organı çıkartmak olduğu kararı verilir ve bu iş öncelikli görevler listesinin en başına konarak İnkılâp Yolu çıkmaya başlar. O dönemde okuyuculardan yayın ile ilişkide olmaları istenir. Yazı yazmak isteyenlere bunları bulundukları yerlerde gizli komünist hücrelere ulaştırabilecekleri söylenir. Oysa hani komünistleri çok da fazla sıkıştıracak örneğin, Takrir_i Sükun yasası da kaldırılmıştır, ya da 141/142 gibi anti-komünist yasalarda henüz çıkartılmamıştır. Ama hala daha TKP yeraltı faaliyetleri yürütmektedir. Bu şekilde partinin ihtiyaç duyduğu en büyük boşluk doldurulmuş olmaktadır.

Ne var ki, 1930’lu yıllardan itibaren Türkiye’de büyük bir sükûnet hakim iken, özellikle Avrupa’da rüzgâr tersine döner, enternasyonal mücadele içinde faşizme karşı geniş cephe taktiği nedeniyle, komünist faaliyetler tatil edilir ve bu koşullar altında TKP, temel nitelikte olan yayın organı sorunu çözmüşken, çalışmalarının durgunluğa ve tatile girmesi kaçınılmaz hale gelir.

Bu arada, TKP 3. kongresi toplanır, ama bundan bugüne kalan fazla bir bilgi yoktur. Ancak, Bulgar tarihçinin çalışması, Türkiye’de isçi ve Sosyalist Hareketi’ne bakabilir ve buradan, parti saflarına sokulan ajan, polis ve burjuva fraksiyonlarının faaliyetlerine karşı yıkıcı bir faaliyet yürütüldü”’ğünü öğrenebiliriz. Gerçekte bu durumun TKP tarihinde yaygın bir mücadele biçimi olduğu anlaşılıyor. Parti öncü ve militanlarının anılarında bu kabil anti-fraksiyoner mücadelelere ayrıntılı olarak yer verilir. Bunlardan birinde, Ç. Etem’in M. Suphi ayarında bir devrimci olduğu ileri sürülür. Oysa böyle bir görüş, devrim şehitlerinin anısına bir saygısızlık olduğu görüşü ile karşı çıkılır. Bir başka yerde Ş. H. Değmer hiçbir zaman Marksist-Leninist olmadığı söylenir. Sürekli C. Antel, E. Nejat ile kavga ettiği ileri sürülür. Üstelik M. Suphi’yi parti kurucusu olarak tanımamıştır. Oysa bütün bu söylenenler, uzunca bir süre Komintern icra komitesi üyeliği yapmış birini çekememenin, bir zamanlar ona yaltaklananların çekememezlikleridir, vs. vs. Daha çok Türkiye içinde faaliyet yapmakla farklı olduğunu ileri süren kesim, Mülteci Grup olarak tanımladığı diğer grup ile onulmaz bir çekişme içindedir.

Bütün bunlara bakarak herhangi bir tarafın haklı yada haksız olduğunu söylemek mümkün olmaz. Ama en belirgin ayrılık, TKP’nin bir iç parti – dış parti konumuna gelmiş olduğunu kanıtlayan mülteci yakıştırmasından kaynakladığı görülür. Nitekim, Mülteci Grup olarak tanımlanan kesim, daha sonra Türkiye sol siyasetinde 60’lı yılların canlılığının sönmeye yüz tuttuğu durumda yeniden sahne alan M. Belli ve H. Kıvılcımlı gibi yerli aktörleri tümüyle hedef altığına bakılarak bu ayrımın kesinlik kazandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Mülteci Grup, bu kişilerin devrin önemli kişilerinden Madanoğlu ve Acuner tarafından MİT ajanı olduğunun ortaya konduğu ileri sürülmüştür. Aynı suçlamanın, bu sefer N. Hikmet üzerinden Mülteci Grup’a yöneltildiği görülür: N. Hikmet, kendisine gelen bir Harbiyeliyi ajan zannedip, polislere “Artık Harbiyeli kıyafetinde polisler mi gönderiyorsunuz” diyerek polisin Harbokulu tutuklaması yapmasına yol açmıştır.

Son Perde: Tasfiye İçin Son Darbe
TKP içinde mülteci ve yerli kavgası en uç noktalara uzanacak yoğunlukta yaşanıyor olmasına rağmen, bu kavga her nedense 60’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) bitirme gayretinde tam bir ittifaka dönüşür. Mülteciler TİP’i içerden çökertirken, aynı darbeyi M. Belli ve taraftarları hem TKP geleneğini kendilerinin temsil ettiğini ileri sürerlerken, hem de TİP’in gardının düşmesi için son darbeyi vurmak ve etrafındaki beslemeleri TİP örgütlerine saldırmak, örgütü üyeleri dahil yerle bir etmek ve onlara oportünist yaftası takarak her yerde saldırmak ve yıldırmak için elinden gelen her türlü çabayı göstermektedir. TKP geleneğini paylaşamayanlar, geleneklerindeki eksiklik ve boşluklarını kendilerini TİP düşmanı payesi vererek tatmin etmek isterler. Bu arada, Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışmaları, özellikle 1968 öğrenci olaylarının etkisi ile artık tartışmasız devrim stratejisi olarak Türkiye’de komünist hareket içine yerleştirilmeye çalışır. Ama buna karşı işçi sınıfının yanıtı tam zamanında ve kesin bir biçimde verilmekte gecikmeyecektir. 15-16 Haziran olayları, devrimin öncü gücünün de omurgasının da işçi sınıfı olduğunu kesin bir biçimde dosta düşmana kanıtlar. Bu MDD tezleri için ağır bir darbe olur. Bundan sonra bu darbeyi atlatmak için artık tam anlamıyla anarşist bir tutum takınarak devrimin küçük burjuva ve köylü katmanlarca yürütülmesi gerektiğini bunun için kimi zaman kır gerillası, kimi zaman da kent gerillası ile verileceğini söylemeye başlar. Artık gelinen bu uç nokta, MDD tezinin tam olarak çöküşünü getirecektir. Bundan sonra bir taraftan M. Çayan ve arkadaşları ve diğer taraftan D. Gezmiş ve yandaşlarının oluşturduğu anarşist gruplar, proletarya mücadelesi ekseninin iyice dışında bir hareket olmaya yüz tutmaktadır.

Bu arada 12 Mart darbesi ile “devrimin yükseliş dönemi” sona erer. Askeri cunta yönetimine başta tüm “devrimciler” destek verir. Ama kısa bir süre sonra işin şakaya alınır yanı olmadığı anlaşılır. TİP kapatılır. S. Cemgil, M. Çayan, D. Gezmiş ve İ. Kaypakkaya kimi zaman vurularak, kimi asılarak ve kimi de işkence edilerek öldürülürler.

12 Mart darbesinin yaptığı temizlik hareketinin ardından gelen geri çekilme dönemi çok uzun sürmez. Bu arada bütün 12 Mart öncesi sol siyasi hareketler gibi, TKP de kendini yeni döneme hazırlar. TKP tarihinde belki de ilk kez, kendi ayakları üzerinde duran, kendine özgü programı ve çizgisi olan yeni bir atılım içine girecektir. Ama heyhat! Kendisinden beklenen gözle görülür ve elle tutulur bir sınıf siyasetini hem fikirleri ile ve hem de parti örgütü ile bir kez daha yapamayacak ve örgütlenme düzeyini bir-iki gençlik ve kadın dernekleri ve siyasi söylemini de pek ortalıkta dolaşmayan programı ile yine utkan tarihine yakışır bir gizlilik ve varlık/yokluk perdesi arkasına gizlemeyi başaracaktır.

Ama her nasılsa TKP, kendi ortada değildir, ama Türkiye’de 12 sonrası zorlama siyaset döneminde önemli bir siyasal güç haline dönüşür. Sol siyasetin doğumu, bir önceki döneme kıyasla her bakımdan zor olmuş ve sanki üzerine atılmış ölü toprağını bir türlü üzerinden atamamıştır. 12 Mart’ın karanlık günlerini aralayan ve daha sonra geniş bir kesimi toparlayacak umut vadeden bir hareket gibi görünen TSİP’in hareketin ilk dönemine kıyasla kitlelerde uyandırdığı hayal kırıklığı, daha sonra toparlanan TİP’in gerçekte hiç de toparlayıcı olmayan bir tavır ile oluştuğu ve kendini beğenmiş, dışlayıcı ve sekter bir tavır içine girmesi bunu kanıtlamaktadır. Belki de, TKP böyle bir sıkıntılı dönemde eskisine kıyasla daha geniş bir kesim için umut verici olabilecekti. Ama bu beklentileri karşılayamayacağı ortaya çıktı. Sol hareketin meşruiyet sorununu artık tümüyle ortan kalktığı ve her alanda mücadelenin çok açık yürütüldüğü bir Türkiye’de artık geleneksel illegalite artık korkaklıktan başka bir şey kaul edilemeyecekti.

Örgütlenme düzeyinde olduğu gibi, siyasette de TKP için değişen bir şey  yoktu. 12 Mart darbesinin öncülüğünü iyi kötü TİP’in yaptığı sol hareketi duraklatmış, ama onun heyecanını söndürememiş olduğu anlaşılmaktaydı. Grevlerin, direnişlerin, sokak gösterilerinin olağanüstü yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyordu. Sosyalizm işçi sınıfı ile daha kolay buluşabiliyordu. Her renkten sol hareket Türk toplumunda giderek daha fazla meşruiyet kazanıyordu. Sanki 12 Mart darbesi sol hareket içindeki netleşmeyi hızlandırmıştı. Böyle bir dönemde bile TKP işçi sınıfı lehine netleşen bir ortamda işçi-köylü kitlelerinin mücadelesinden dem vuruyor ve bir ulusal demokratik cephenin oluşturulması ve bu cephe aracılığıyla ileri demokratik bir düzenin kurulmasını savunuyordu. Bu savundukları, onun “komünist” kimliği ile dün olduğundan daha da belirgin bir zıtlık oluşturmaktaydı. Nitekim bu durum TKP içinde bir ayrılıkla sonuçlandı. TKP içinde işçi sınıfı hareketine öncelik tanıyan ve daha “sosyalist” söylemleri savunan İşçinin Sesi grubu giderek partiden koptu.

TKP’nin 12 Eylül darbesi ve onu izleyen gelişmeleri değerlendirmede deyim yerindeyse tam anlamıyla çuvallaması, belki de kendi içinde hiç beklenmedik bir biçimde ortadan ikiye ayrılması nedeniyle hazırlıksız yakalanmasından kaynaklanmış olabilir. Nedeni çok önemli değil; ama 12 Eylül askeri cuntası, artık gücünü ve umutlarını yitiren TKP liderleri için tam zamanında gelen bir bahane olmuştu gerçekte. Faşizme karşı aktif direniş stratejisi yerine geri çekilme ve küçülerek kendini koruma (tasfiye etme) stratejisini benimsedi.

Oysa 12 Eylül bir askeri darbeden çok daha fazla, burjuvazinin bütün güçleri ile sol harekete saldırma ve onu tümüyle yok etme niyeti ile yola çıkılmış bir hareketti.  İşçi sınıfı ve onu destekleyenlere karşı acımasızca saldıran, onun siyasi parti, sendika ve örgütlerini kapatan, işçi sınıfı öncüleri, temsilcileri ve komünistleri karşı en amansız uygulamalara girişen,  tüm ülkeyi bir toplama kampına çeviren, yaşı on sekiz bile olmamış komünistleri ve devrimcileri idam eden,  tüm demokratik, hukuk ve insan haklarını ayaklar altına alan faşist darbeydi.

1981 Mayıs’ında TKP’lilere karşı tüm ülke çapında tutuklamalar başladı. Bu dönemde TKP'nin başında H. Kutlu önderliğindeki hizip bulunuyordu. H. Kutlu, daha sonra TKP’nin kapanması ile sonuçlanacak tasfiye hareketini başlattı. Parti davalarında partililerin savunma yapmaları yasaklandı. Böylelikle, burjuvazi ile uzlaşmaya gidildi. Bu arada yapılan bir kongrede İ. Bilen başkan seçildi. Onun parti içinde en üst konumda yer alması parti içinde bir canlanmaya yol açtı ise bu durum, I. Bilen’in ölmesi ve partinin yeniden H. Kutlu’nun etkinliğine girmesi ile sona erdi.

Artık TKP tarihinin son günleri yaklaşmaktaydı. TKP, eski müzmin muarızı TİP ile birleşti. Ama bu birleşme sadece bir ambalajdan ibaretti. TKP ve TİP genel sekreterleri, TKP tarihinde ilk defa legaliteye çıkma eylemini başlattılar. Ama bu legaliteyi neredeyse bir asra yaklaşan partilerini bitirmek için kullanacaklardı. TİP ve TKP birleşik partisi TBKP, 1988 yılında alınan bir karar ile varlığına son verildi.

 _____________________________
(1) K. Marx, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 32.
(2) Okuyucudan, eski ve yeni Türkiye Komünist Partisi ile, ilk kurulan ile 1970’lı yıllar sonrası yeniden sahneye çıkan farklı TKP’ler arasında ayrımı göz önünde bulundurması gerekmektedir.
(3) M. Çulhaoğlu, TKP programını değerlendiren yazısında sınıf mücadelesinin giderek keskinleştiği sürecin dayanılmaz koşulları sonucu TKP’nin bu “kararlılığının” karşı karşıya kaldığı bu kaçınılmaz sonunu isabetle değerlendiriyor; bkz:M. Çulhaoğlu, Sosyalist Hareketin Bugünkü Düzeyi ve TKP Programı”, Yurt ve Dünya, s. 10, Temmuz 1978.
(4) Hiç kuşku yokki, burada parti tarihi kaynakları ele alınırken, bilimsel araştırma bağlamında yaygın bir kaynak araştırmasından çok, ilgili taraflara ait olanlar esas alınacaktır. Bu bağlamda, belirtilenler dışında ilgili taraflara ait olan, “Süleyman Arslan, TKP’nin Tarihsel Konumu, Emekçi Yay., İstanbul” ile, “Nazım Çelik, TKP Tarihi, http://www.t-k-p.org/parti” esas alınacaktır.
(5)S.Arslan, a.g.e., s. 13. 
(6)N. Çelik, a.g.e., s. 1.
(7)G. Haupt, Paul Dumont, e.g.e., s. 17.
(8)Selanik’te 1910 yılında 60 bin  Yahudi, 40 bin Müslüman ve 20 bin Rum yaşamaktaydı.
(9) Şeyh Sait İsyanı – Anadolu’daki Durum, http://www.akintarih.com/ cumhuriyettarihi/seyhsait.htm. Resmi tarihçilere bakılırsa, isyan gerçekten ciddi bir hal almıştı. “Şeyh Sait birlikleri ilk önce Varto'yu aldı ve Erzurum'a doğru ilerlemeye başladı. Ergani, Piran olayından hemen sonra asilerin eline geçmişti. Ergani ve Eğil yörelerindeki şeyh ve ağaları da ayaklandırmayı başaran Şeyh Sait, 7 Mart ' ta dört yönden Diyarbakır'a saldırdı. Kuzey cephesinde surlar dışında yapılan savunmayla asiler püskürtüldü. Güney cephesinde ise içeriden de yardım gören asiler şehre girdiler. Fakat, General Mürsel'in asiler üzerine süvari kuvvetleri yollaması sonucu, baskına uğrayan asiler 8 Mart' ta ilk kez yenilerek kaçtılar.”                                           
(10) Şeyh sahit isyanı için, bkz: www.iscidavasi.blogspot.com, Marksizm ve Ulusal Sorun.