Bölüm IV

 Osmanlı Türk Radikalizmi
“Osmanlı başkenti İstanbul’da sadece faaliyet gösteren 322 fabrikada çalışan sayısı 32,000 dolaylarındadır. Bunu izleyen ikinci önemli sanayi kenti Selanik’te 11 farklı sanayi kolunda toplam 10,000 kişi çalışmaktadır. Edirne, İskeçe, Drama, Kavala, gibi Avrupa yakasında kentlerle birlikte toplam 100,000 işçi nüfusu bulunmaktadır. Buna, yerden mantar gibi biten giyim sanayisi, ayakkabı, vs. gibi çok çeşitli faaliyet alanlarında çalışanlar dahil olmadığı gibi, başka kömür olmak üzere madencilik ve tarıma dayalı pamuk, vs. gibi sektörlerde çalışanlar buna dahil değildir.”

Mirası Türk toplumunun kimi zaman endişe ile karşılanan Osmanlı toplumunun gerçekte bu kötü şöhretini hiç hak etmediğini söylemek gerek. Ama nedense klişe yargılarla hareket eden toplumumuz, endişe edilmek bir yana, tam tersine övgü duyulacak niteliklere sahip tarihimizi dışlama durumu sürgit devam ediyor. Oysa bunun böyle olduğunu anlamak için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Kimi zaman bizim gibi öteki olarak değerlendirilip dışlanmaya çalışılan bizler gibiler için kaynatılan cadı kazanlarının gerçeğe ne kadar uzak olduğuna bakıp, geçmişimizden çekinmek bir yana, bize kimi zaman pratik olarak yarar sağlayabileceği de ortada iken.

Han’ın geleneğini sürdüren Moğol-Türk yağmacı savaşçıları, çağlar boyunca Doğu-Batı ticaret üzerinde olması nedeniyle aynı zamanda antik medeniyet için bir köprü niteliğindeki Arap-Fars medeniyeti ile yoğrulmuş Batı Bizans toplumsal alt yapısı) birleştirmesi.)

İşte böylesine tarihin kaçınılmaz geleceğini erteleyen bir süreç, doğum sancısını müzminleştiriyor, giderek bunu kendi kaderi haline getiriyor. Bu süreç, ne yazık ki, tarihsel gelişmenin doğal seyrinin getirdiği baskılara yeniliyor ve bu baskıların birden bire boşalması hazin bir öykü ile sonuçlanıyor.

Esas olarak yakın olmayanların ürkek bakış açılarını içselleşmek eğilimi gözlenir. Algılama uzak ve mitlerle dolu olmasına karşın benimsenir; hatta kimi zaman körüklemekten geri durulmaz. Toplumda her zaman kraldan fazla kralcılar çıkabilir. Hele bu Osmanlı gibi çağlar boyu medeniyetlerin merkezine yakın konumda olan Osmanlı olunca, böyle olduğu için de çok toplumlu kozmopolit bir yapı olunca böyle oluyor.

Uzun yıllarca oluşturulan resmi koşullandırılma sonucu Osmanlı ve Türk ilişkisi kopartılmış. Bir zamanların barbar toplumlarının çizdiği barbarlık tanımlamasına koşut olarak sunulan Osmanlı’nın kaba, haşin ve doğulu bakış etiketinden kaçış yaşanmış. Belki bu dışlama dışa karşı işe yarayabilir, ama kendi geçmişine yabancılaşma kim için yarar sağlamıştır ki? Kendi tarihinden uzaklaşmış bir toplum önünü göremez. Geçmişinden ders almayacak bir toplumun aynı hataları sürekli yapması mukadder olacaktır.

Bu bağlamda ilginç bir saptamayı yapmak gerek. Kapitalizm, tüm kurumları, ideolojisi ve kadroları ile birlikte cumhuriyetten çok önce Osmanlı içinde gelişip serpilmiştir. Ama nedense bunun üzerinde çok fazla durulmaz ve kapitalizmin Osmanlı toplumunda gelişimi üzerine yeterli çalışma yapılmaz. Oysa bu tespitin çok ayrıntılı olarak ele alınıp sergilenmesi gerekiyor. Bu ilişki öylesine ayan beyan ve şimdiye kadar bu konuda ayrıntılı çalışma yapılmamış olması gerçekten şaşırtıcı.

Osmanlı toplumunu yukarıda verilen suni tanımlamaların etkisinde kalarak Doğuya özgü olarak görüp bu şekilde incelemeye kalkışmak, bu incelemeyi daha da karmaşık hale getirmekten başka işe yaramaz. Kapitalizmin en belirgin özelliği, farklı sınıflar arasında rekabetin düşünülebilecek en şiddetli biçimde sürdürülmesidir. Bunun sonucunda sınıfsal farklılıklar iyice belirginleşerek birbirlerine dönüşür ve sadeleşir. Bu toplum bilimciler için, toplumun yapısı ve onu oluşturan sınıf ve tabakaların incelenmesinde inanılmaz kolaylık da sağlar.

Osmanlı toplumunun özgün yapısında kendine özgü iç dinamiklerinin abartılmasının doğru olmadığı, günümüz dünyasında yaşananlar da açıkça kanıtlamaktadır. Bir zamanlar Osmanlı toplumundan çok daha geri üretim ilişkileri içinde olan ve hatta feodalizmi bile tanımamış Asya ülkelerinin ne denli başarılı ve çağdaş nitelikte kapitalist ülkelere dönüştüğü ortadadır.

Hiç kuşku yok ki, Osmanlı’da feodalitenin geleneksel yapısında bu tür tezlerin ortaya atılmasını haklı çıkartacak farklılıklar yok değildi. Yani, Osmanlı toplumu ve onun örgütlenmesine ait özel yapılar her zamankinden daha fazla etkin olduğu görülür Osmanlı özelinde. Ama böylesi öznel koşulların feodal topluma özgü olduğunu görmek gerek. Yani, nicelik ve kararlılıkları zamanla eriyip gidecek düzeyde sağlam ekonomik temelleri olmayan ve esas olarak gelenek ve göreneklerle beslenen yapılardır bunlar. Sonuçta feodaliteye özgü her kurum ve yapı, kapitalizmin şaşaalı ve ekonomik olarak güçlü yapıları karşısında un ufak olacaktır.

Feodal yapı içinde en güçlülerinden biri olan ve varlığını kutsal dini motiflerle güçlendirmiş imparatorluk hanedanlığı bile biraz daha yakından bakıldığında, artık giderek temelinden sarsıntı geçirmektedir. Tahtın bekası, kardeş kanına bağlıydı. Geleneksel baht anlayışı, zamanla yerine devletin maliyesinin giderek ekonomik faaliyetler temeline oturması ile terk edilecekti. Bu temelde bir maliye gerekliliği artık fetih savaşlarının sınırına gelindiği 16. ve 17. yüzyıllar ile birlikte başlayacaktı. Osmanlı idaresinin fetih savaşları sonrasında kendine yetecek bir devlet yapısını başarı ile oluşturduğu anlaşılıyor. Ayrıca bu kendisinden önce bu süreci yaşayan kuzey komşularının rekabeti altında başarılmıştı.

Kuşkusuz, zaman farkının varlığı bir gerçek. Ama bu yeni bir durum değildi. Aynı durum İngiltere ile Almanya kıyaslandığında da gözlenmekteydi. Aynı kıtada ve çok benzer koşullar içeriyor olmasına karşın, Almanya için geçerli özgün koşullar, onun kapitalizm aşamasında İngiltere’ye kıyasla ancak birkaç yüz yıl sonrasında geçebilmesine imkân tanımıştı. Almanya oldukça geç bir tarihte, ancak 1871 yılı ile mümkün olmuştu. Ama kuşkusuz, Almanya Junker tipi kapitalist gelişme içine uzun bir zamandır girmiş bulunuyordu. Zaten böyle olduğu içindir ki, ulusal birliğinin tamamlamasının hemen ardından Alman emperyalistleri, bu sefer Avrupa ve dünya çapında emperyalist birlik hayalleri peşine düşeceklerdi.

Osmanlı’da kapitalizmin gelişmesi
Coğrafik yakınlığı itibarı Osmanlı toplumu, kapitalist oluşum ile eninde sonunda kalacağı etki altında tanışacaktı. Kuşkusuz, bu etkileşimde bir gecikme vardır. Ama bu gecikme, onun köklü bir merkezi devlet gücüne ve 18. yüzyıl başlarına kadar Avrupa’da "bileği bükülemez" varlığından kaynaklanıyor olması yanı sıra, esas olarak İslamiyet öncesine dayandırılabilecek geleneksel ve münhasıran Osmanlı’ya özgü toplum anlayışı ile bağlantılıydı. Bu anlayışa göre, zenginliğin aynı zamanda siyasi güç olduğu gerçeğini göz önünde bulundurur. Bu nedenle Osmanlı, daha sonra siyasi güç haline gelebilecek hanedanlık dışındaki bütün zenginlik kaynaklarını denetim altına almayı başarı ile gerçekleştirmiştir.

Vakıf arazileri yanında, üstün hizmet ve sadakat gösterenlere bağışlanan kişisel topraklar yanı asıl mülkü oluşturan miri araziler devlet adına kaydedilir ve bu toprakların mülkiyeti tutulmak kaydıyla, dirlik arazisi olarak tahsis edilir, bunun karşılığında bu kişiler, yani mültezim ve ilgili sarraf ve kefilleri ile birlikte devlete borçlandırılır. Bu kişiler devlete borçlu olarak ölürler bu nedenle bütün mülkleri devlete geçer. Servetlerini herhangi bir biçimde gizlemeye kalkışanlar hapsedilir veya öldürülürdü.

Servet sahibi olanlara karşı Osmanlı’nın takındığı bu tavır, tüm toplumun ileri gelenlerinde servete karşı bir korku ve endişe içine sokmuştur. Osmanlı ileri gelenleri giderek bir mütevazı hayat tarzının benimsenmişler, “başlarına bela açacak” zenginliklerden kaçınmışlardır. Genellikle evlerde bile müstamel ve hatta köhne eşyalar bulundurulur.

Türklerce utanılacak bir durum sayılmaz. Onlarda kişizadelik yoktur. Gelişmeler ancak görevlere bağlıdır”.

ülkelerin hâkimiyeti söz konusu olmaktaydı. Böyle bir gecikme için nesnel bir durumu olmasaydı bile, bir şekilde bu eşitsiz gelişme süreci içine Osmanlı toplumu da dahil olacak ve onun oluşturduğu kapitalist ilişkiler, anakent ülkelerdeki gelişmelere tabi olacaktı. Bir adım önde olan Avrupa'daki metropol devletler düzeyine gelmesi mümkün olmayacaktı Osmanlı toplumunun ve en sıradan göreceli üstünlük bile aranın açılması için yeterli olacaktı.

Kendine özgü olan ve kendi dışında yine aynı kaçınılmaz nesnellikte eşitsiz gelişme nedeniyle Osmanlı’da Avrupa ile özdeş olmasa da, nitelik itibarı ile aynı öze sahip kapitalist gelişmenin olduğu gözlenir. Bunun ilk belirtisi, Osmanlı toplumunda çağdaş nitelikte bilimsel gelişmelerin izlenmesi, benimsenmesi ve Osmanlı yapısına uyarlanması ile gözlenmektedir. Bilimsel düşüncenin gelişmesi, ekonomik gelişme, kalkınmışlık, vs, üzerinde ayrıntılı değerlendirmeler yapılmaktadır. Humbaracı Ahmet Paşa, sadece humbaracı ocağını kurmakla kalmamış, aynı zamanda yeni ve modern askeri eğitim ve öğretim alanında yeniliklere öncülük etmiştir. A. Resmi Efendi, Viyana’da elçilik görevi sırasında deneyimlerini aktaran Sefaretname adlı eserinde Avusturya hakkında ilginç ayrıntılar aktarmaktadır. E. Ratip Efendi, Risale adlı eserinde Avrupa’daki başta tarım olmak üzere, ekonomik hayattan ayrıntılar aktarır. Ayrıca din ve devlet işlerinin ayrıldığı laik düzenden söz eder.

Çağdaş düşüncenin önünü açan öncülerin ardından her alanda Osmanlı’da Batıya öykünen gelişmeler gözlendi. Bu gelişmelerin düşün alanından bilimsel çalışmalara, askeri yeniliklerden tıpta gerçekleştirilen yeniliklere kadar tüm bir toplum yaşamını içine almakta gecikmedi. Toplumda hızla buna uygun her alanda değişim ve yapısal gelişme izlendi.

Almanya ve Avusturya’da ise hükümdarlar tarafından atanmış meclisler vardır. Bu dönemde Osmanlı yönetiminin, ikicnci örneğe benzer bir kurum olan ve kanun tasarısı hazırlamak ve devletin harcamalarını kontrol eden Meclis_i Ahkâm_ı Adliye’yi oluşturduğu görülür.

ilkelerine uyacağını yemin etmiştir. Bu sessiz devrim, padişahın gerçekte kendi yetkileri ve kudreti üzerinde, kanun kuvvetine tabi hale gelmesi ile ilişkilidir.

Tarım, Ticaret ve Sanayi
16. yüzyıl sonrasında Anadolu’da hızlı bir nüfus artışı yaşanır. Tüketici taleplerindeki hızlı bir artışa denk gelen bu durum, merkezi yapının da zayıflamasının ardından tarımda küçük aile işletmelerinin de hızlı bir artışına yol açmıştır. 16. yüzyılda, Ege bölgesinde, çok az sayıda olan bu tür aile işletmelerinin, pamuk ve diğer ürünlerde o zamana kadar yasak olan ihracata göz yumulmamı, ayrıca buğday gibi kesinlikle ihraç yasağına tabi ürünlerde kaçakçılığın yaygınlaşması ile birlikte köylülerin para getiren ürünlere yönelmeleri tarımsal işletmecilikte hızlı bir gelişmeye yol açmıştır.

Nüfus artışı ile gelişen tarım faaliyetlerindeki canlılık, örneğin, ipekçilik alanında olduğu gibi, çeşitli yapısal dönüşümleri de içermektedir. Bursa’da 17. yüzyıla kadar İran’dan gelen ham ipek üzerine dayalı ipekçilik, artık Bursa ve çevresinde dut bahçelerinden elde edilen ipeğe dayalı hale gelmiştir.

İpekçilik alanında yapısal değişimin bir benzeri, dokumacılıkta kendini göstermektedir. Buradaki yerelleşme ile sağlanan yaygınlaşma, kendini ipek dışında diğer kumaş biçimlerinde, özellikle saray dışında varlıklı kesimlere yönelik beledi, kadife ve atlas gibi kumaş biçimlerinin yanı sıra, yaygın olarak halkın talep ettiği abacılık üzerine dayalı tarımsal-ticari faaliyetlerin yaygınlaştığı gözlenmektedir. Bu arada, İngiltere’de tekstil sanayisinin gelişme göstermesi de Osmanlı pamuk ve tekstil sektörü üzerinde kapsamlı etkileri olduğunu belirtmek gerekir.

Dış ticarette getirilen yoğun değişiklikler ve yenilikler arasında Osmanlı Maliyesi, artık kapitülasyonların gerçek bir ayak bağı olduğunu görür. Bu görüşten hareketle 9 Eylül 1914 itibarı ile kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırılır. Aynı ay gümrük rüsumu yüzde 15’e, daha sonra da yüzde 30’a çıkartılır.

Bütün bu gelişmeler, 19. yüzyıl ile başlayarak artık Osmanlı ekonomisi ve toplumunun kabuk değiştirdiği, tüm kurumsal, yasal ve yapısal biçimleri ile yeni bir toplum dokusuna yükseldiğini görmek gerekir. Bu yüzyıl itibarı ile başlayan süreç, kendini 1839 Tanzimat Fermanı ile belgeler. Bundan sonra klasik dönem sona erer, Osmanlı’da bireyin ve toplumun kristalleşmeye başladığı bir dönemdir. Reayadan vatandaşlığa geçiş başlamıştır. Rüştiye’den Sultaniye, Tıbbiyeden Mülkiyeye, eğitimde yepyeni bir kurumsallaşma ile pekişen bütün bu süreç, gerçekte Osmanlı hanedanından, Osmanlı vatanına yönelmiş bir anlayıştır. Bu mensuplarını halkın oluşturduğu bir uluslaşma hareketidir.

Burada, Kemalist Devrim metaforu ile hipnotize edilmiş Cumhuriyet aydını için bir ikilem söz konusudur. Hiç kuşku yok ki, Osmanlı tarihi misyonunu sona erdirmiş ve tarih sayfasında yerini almıştır. Ama bu çöküşün tarihte beraberinde bir süreksizliğe yol açması mümkün olamaz. Toplumsal yapılar süreklilik içindedir. Bugünün olgusunu geçmişte aramak gerekir. Eğer, Cumhuriyet ile başarılı bir süreç yaşanmışsa, bunun temellerinin bir önceki toplum yapısı içinde yeşermiş ve olgunlaşmış olması gerekir.

Kimileri, Osmanlı toplumunun kapitalizmi benimsemesi ve onu içselleştirmesinin çok kapsamlı olması nedeniyle kaçınılmaz çöküşünü kendi kendine hazırlamış olduğunu söyler. Ama bu gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında bunun pek de doğru olmadığı kolaylıkla anlaşılır.

halkın önemli bir kesimi umudunu sanayileşmeye bağlamıştır. Sanayileşme sayesinde Osmanlı’nın geçim kapısı açılacak, binlerce işsize iş bulunabilecektir.

II. Meşrutiyet ile birlikte sanayileşme sorunu enine boyuna tartışılır. Babıâlilin gündeminde sanayileşme ile ilgili çeşitli sorunlar ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Hükümet çevrelerinde sanayileşmeyi özendirmek amacıyla girişimcilere imtiyaz veya inhisar şeklinde imtiyazlar verilmesi öngörülür. İlk teşvik yasası taslağı hazırlanır.

1913 Aralık ayında Sanayi Teşvik Kanunu yayımlanır. Bunun benzer yönetmelik ve düzenlemeler izler. İlk aşamada fes, şeker, cam, billur, kâğıt, mum gibi bazı önemli mallarda teşvik verilmesi öngörülür. Fabrikaların kuruluş ve genişletilmesi sırasında getirilen makine, araç ve gereçler için gümrük muafiyeti öngörülür. Osmanlı topraklarında kurulan sanayi tesislerinden alınan on liralık harç kaldırılarak yeni teşvik getirilir. Teşvik kapsamında en az 3-4 kişi çalıştıran ve hammaddelerin niteliğinde değişiklikler öngören fabrikalar teşvik kapsamına alınır. Çoğunlukla yabancı sermaye tarafından kurulan şirket sözleşmelerinde çeşitli bağışıklık ve ayrıcalıklar yer alır.

Bütün bunlara rağmen, Osmanlı’da çağdaşı diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi feodal topluma özgü bütün kurumlar giderek temelli bir değişime uğramış, kapitalist dönüşüm sürecine girilmiş ve son olarak zorunlu olmasa bile, uzunca bir zamandır tüm yetkilerini kaybetmiş ve kukla niteliğini kazanmış feodalite, tüm kurumları ile ve en küçük bir zor kullanmaksızın tasfiye edilmiştir.

Burada anlatılanlara bakılarak Osmanlı toplumundaki kapitalist sürecin geleneksel çizgilerden farklı olduğu ya da kapitalizmin Osmanlı toplumu ile bütünleştirmenin zorlama olacağı ileri sürülebilir. Ama unutulmamalıdır ki, eşitsiz gelişim yasası bir dayatmayı içerir ve bu dayatmayla gelişmiş ülke kapitalizminin üretim süreci tarzı ile az gelişmiş ülkenin üretim süreci tarzını farklılaştırır.

Dolayısıyla ülke dinamikleri de birbirinden ayrı biçimler ve içerikler kazanır. Dinamikleri farklılaşmış olan ülkelerin doğal olarak toplumsal devrim süreçleri de birbirinden ayrı zaman ve zeminlerde gerçekleşecek bir niteliğe ulaşır. Kısaca, kapitalist gelişmenin içinde hakim ve sömürge ülkeler oluşturulur. Ama her iki hakim ve sömürge ülkede kapitalizm, en belirgin nesnel yasaları ile süregelmeye devam eder.

Kasabaların ortaya çıkışı, bir başka gelişmeye yol açar: Toprak kölesi-serf niteliğindeki köylünün senyöre bağlılığı azalmaya başlar. Zanaat onların toprağa olan bağımlılığını azaltan bir unsur olmaktadır.

Zanaat faaliyetlerinin bir başka özelliği, fazla ürününü bizatihi kendisi pazarlayan köylüden farklı olarak, bu ürünlerin alışverişini yapan tacirlerin ortaya çıkmasıdır. Feodaliteye özgü sınıfsal ayrışımın en çarpıcı gelişmelerinden biri de bu olmuştur.

Zamanla ticaretin gelişmesi, meta-para ilişkilerinin yaygınlaşması ve bunların toplumsal koşullar üzerindeki etkileri sonucu feodal egemenliğin örgütlenmesi, giderek merkezileşme eğilimini ortaya çıkartı. Bu merkezleşme süreci, Avrupa’da 12. ve 15. yüzyıllar arasında tamamlandı.

Feodalite’de temel üretim aracı olar toprak sadece senyörlerin elindedir. Toprağa sahip özgür köylü nadir bir olgudur. Feodalitenin iyice billurlaşması sonrasında kişisel ev ve bahçe dışında, ekilebilir topraklar senyörün elindedir. Feodal sömürü, köylünün ürettiği malın bir kısmına senyörün el koyması niteliğindedir.

Feodaliteden kapitalizme geçişin ana hatları daha yaygın olarak bilinmektedir. Osmanlı toplumu için de bu geçişin Osmanlı toplumundaki özel sürecinin izlerini belirlemek amacıyla, feodalitenin çözülmeye yüz tuttuğu döneme ilişkin gelişmeleri özetlemekte yarar vardır.

Osmanlı Aydınlanma Hareketi

Bu arada Ferman’ın aynı anda Türkçe ve Fransızca olarak ilan edildiğini not etmek gerekir. Fransızca, artık Osmanlı için uluslar arası düzeyde resmi dil niteliğini taşır. Fransız etkisi, tüm Osmanlı aristokrasisi ve aydın kesiminde hızla yaygınlaşmaya başlar. Bu etkinin siyasette aydınlanmanın öncüsü ülkeden gelmesini de ayrıca önem taşıyan bir husus olarak değerlendirilmesi gerekir.

Kuşkusuz, yinelenme, Osmanlı aristokrasisinin üst yapı kurumlarından başlamıştı. Ordu ve bürokrasi yanı sıra, bu etkilenmeyi ilk benimseyen kesimin ilmiye sınıfı olduğunu şaşkınlıkla izlenmektedir. Kuşkusuz, bu esas olarak Osmanlı’nın Avrupa ile asırlar boyu yürüttüğü güç dengesinin korunması ve sürdürülmesi hayatı zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, Batı ve Doğu’nun teması Osmanlı ile somutlaşmaktaydı ve bu temasın temelinde yatan çelişkinin ilelebet sürmesi düşünülemezdi ve bunun bir yerde senteze ulaşması kaçınılmazdı. İşte onca geleneksel yapısına karşın kapitalizm, Osmanlı içinde bu sentez sonucu bilimsel ve teknoloji düzeyinde de nüfuz etmekte gecikmeyecekti.

Bunun ilk adımı, askeri alanda topçulukta gözlenmişti. Bilindiği gibi, modern topçuluk, çok karmaşık matematik kurgusunu gerektirmektedir. Aynı şekilde, askeri alan ile bağlantılı tıp biliminin yaygınlaşması gözlenir. Bunları ilişkili çağdaş bilim ve tekniklerin uygulanmaya başlanması izler. Zaten Batılı anlamda yenileşmenin kaçınılmaz olduğunu Osmanlı padişahları ve aristokrasisi de farkındadır. Yüzyılın ortasında Encümen_i Daniş (Bilimler Akademisi) kurulur. Geleneksel medrese eğitimini yerini modern eğitim biçimi alır. Bundan sonra Osmanlı aydınlanma hareketi, onun temsilcileri aracılığı ile toplumun yenileşmesinde öncülük etmeye başlayacaklardır.

Yenilikler, Osmanlı içinde geniş çapta bir kamu eğitimi seferberliğinin başlatılması ile büyük bir ivme kazanacaktır. Öğretmenler artık devlet memuru olacaklardır. İlkokul eğitimi altı yaşında başlatılır. Bunu yeni orta ve yüksek okul, kolej eğitim kurumları izler. Galatasaray Lisesi kurulur. Kızlar eğitim olanağına kavuşur.

Entelektüel çabalar, ilk defa modern tarih alanında kendini gösterir. A. Cevdet Paşa, Tazminat döneminin ilk tarihsel eseri, Tarih_i Devlet_i Osmaniye’yi yazar. Onu A.Lütfi izler. M. Süreyya, Sicil_i Osmaniye’yi kaleme alır. M. Kemal İnal, Osmanlı Sadrazamlarını anlatan ayrıntılı bir şecere kaleme alır. Ama A. Vefik Paşa, sadrazam değil, ama Osmanlı tarihini anlatan eseri Fezleke_i Tarihi Osmanî’si Osmanlı tarihinin önemli evrelerini özetlemektedir. Bütün bu tarih çalışmaları, 1911 yılında oluşturulan Tarih_i Osmanî Encümeni ile modern ve kurumsal bir nitelik kazanmakta gecikmeyecektir.

Osmanlı şiirinin bir başka ustası, V. Hugo ile kıyaslanan N. Kemal’dir. Onun şiirleri, Osmanlı’nın uluslaşma hareketinde Jön Türkler için yol gösterici etki yaratır. Onun ateşli yurtsever yazıları, aynı zamanda Türk burjuvazisinin romantizminin de temsilciliğini yapacaktır.

Fransız romantiklerinin etkisindeki bir başka şairi A. Hamit, uzun yaşamı aynı zamanda nesir yazıları ile Osmanlı aydınlanması için hem Osmanlı ve daha sonra Türk milliyetçisi, hem de İslam kültürünü savunması ve özentiden uzak duruşu ile öncü kişiliklerden biri olur.

Bundan sonra, Osmanlı nesir yazınının öncülerinin art arda dizilişi yaşanır. H. Z. Uşaklıgil, Osmanlı ve Cumhuriyet tanıklığı yapar. Örf romanı ve sosyal temalı romanların öncülüğünü yapar. Romanlarını hem gerçekçilik, hem de psikolojik öğelerle bezer. Yine bu ekol içinde yer alan, Batıcı özentileri yansıtan izlenimciliği ile A. Mithat gelir. H. R. Gürpınar, Batılı natüralizminden esinlenerek halk kavramını romanlarına sokar.

Osmanlı aydınlanmacılığının bu temsilcileri, aynı zamanda onun çözülen yapısının, yani geleneksellikten yenilenmeye geçişte yaşanan “uygarlık bunalımını" gözler önüne sererler. Gelenekselliğin çözülmesinde başat olan unsur, uluslaşmadır. Ama bu bir anda ortaya çıkmaz. Başlarda Osmanlı ve İslam geleneği sürdürülerek izlenir yenileşme. Ama ne var ki, bu gerçeklere aykırı bir durumdur. Giderek Avrupa’daki uluslaşma hareketini izleyecektir Osmanlı yenileşmesi. Bunun ilk temsilcilerinden biri, M. Emin olur. Türk-Yunan savaşından sonra Türkçe Şiirler'i yayımlar. Artık Jön Türk hareketinin içine gerçek Türkçü unsuru yer alacaktır.

Bu hareketin karşılığı kendisi siyasi – ideolojik düzeyde temsil etmekte gecikmeyecektir. Türkçü Genç Kalemler dergisinin kuramcısı Z. Gökalp’tır. Onun ulus kavramı, Turan adlı eserinde İslam öncesi Türk anısını yüceltir. "Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak" ulusal hareketin öğretisi haline dönüşür. Genç Kalemler dergisinin bir başka üyesi Ö. Seyfettin, ulusal Türk edebiyatının sarsılmaz simgesi haline gelir. Türk ulusunun değerlerini çok yalın ve doğala yakın bir Türkçe ile hiç süslemeli ve dolambaçlı yollara kaçmaksızın incelikle kaleme alır.

Osmanlı aydınlanması, sadece yenilenme ve uluslaşma hareketinin ideolojik sözcülüğünü yapmaktan çok daha öteye, bu hareketi içselleştirmeye yönelik yanı ile de dikkati çeker. Ulusal nitelik taşısa da, bu somut kaygılardan uzak, daha az siyasi ve daha fazla edebi nitelik taşıyan Fecri Ati hareketi bu içselleşmeye bir örnektir. Simgeci ve içtenci şair A. Haşim, alabildiğine ahenkli dizeleri ile artık yenileşmeyi Osmanlı toplumunda içselleştirmiş olmaktadır.

Son dönemde Osmanlı aydınlanması, kadın şairlerin de hareketin içinde yerini alması ile tamamlanmış olur. Nigar Hanım, klasik bir hava içinde yaşamın hayal kırıklıklarını dile getirir. H. E. Adıvar, feminist ve milliyetçi tavırlarına rağmen, aynı zamanda naif ve kırılgan Handan romanı ile sanki böylesi öznel ve seçkinci tavrının tüm zaaflarının üstünü bir kalemde çizer gibidir.

Uluslaşma sürecinin sonu

Osmanlı toplumunda periferide yer alan ve toplumun çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluşan bölgelerinde uluslaşma süreci, aynı sürecin Müslüman topraklarda tamamlanmasına fırsat kalmadan 1. paylaşım savaşı ile kesintiye uğradı. Ama sanki tarih kesintiye uğramaz sözünü doğrular gibi, savaşın Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti ile bitmesinin hemen ardından hiç soluk almaksızın, sanki boşa geçmiş dört yıllık savaş dönemindeki ataleti telafi etmek istercesine uluslaşma süreci bu sefer çok somut görüntüleri ile birlikte yeniden yaşanmaya başladı.

Aralarında resmi söylemi izleyenlerin de yer aldığı kimi tarihçiler, bu uluslaşma sürecini nedense bir ulusal kurtuluş hareketi ile ilişkilendirmektedir. Her ne kadar, Yunan işgaline karşı mücadelenin ve bir hatt_ı vatan değil, ama sath_ı vatan düzeyinde, yani ulusun tüm güçlerinin seferber edilerek verilmiş olduğu doğruysa da, bunlar bir ulusal kurtuluş mücadelesi için yeterli gerekçe oluşturmaz. Savaştan yenik çıkmış Osmanlı devletinin harabelerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar olan dönemde yaşananlara yakından bakıldığında, bir ulusal kurtuluş mücadelesinden söz edilmesinin zor olduğu anlaşılacaktır.



İkincisi Türk halkı sömürge ilişkisi içinde hiçbir zaman yer almadı. Yenilgi sonrasında muzaffer devletler ve onların işbirlikçileri Yunanlılar ve Ermeniler Anadolu’yu ele geçirmek ve burayı sömürgeleştirmek istiyorlardı. Bu durum yenilgi sonrasında kısa bir süre içinde uluslaşma sürecinin başarı ile tamamlanmasında bir katkı sağlamıştı hiç kuşkusuz, ama hepsi o kadar. Bir ülkenin işgal tehdidi altında olması onun ulusal kurtuluşu başlatması için yeterli olmaz. Bu işgalin sonuçlarını fiilen yaşamış ve onun acısını çekmiş olması gerekir. Ama yenilgi sonrası yapılan mütareke hükümleri açıktı ve bir işgal tehlikesi vardı. Fakat Türk ulusunun uluslaşma projesi hazırdı ve işgalden çok önce fiilen yürürlüğe sokulmuştu.



ve her şeyini yitirmiş de olsa, düzenli ordu oluşturma gücüne sahip olmuş ve mücadelesini böylesi örgütlü düzeyde yürütecek bilince sahip bir ulus tarafından gerçekleştirilmiş ve tamamlanmıştır. Bu niteliği ile Yunan işgal ordusunun geri püskürtülmesi, Türk halkının sivil inisiyatifi ile değil, ama örgütlü ve düzenli ordularla askeri bir harekât biçiminde bir başkomutanlık iradesi altında gerçekleştirilmiştir. Düzenli birliklerle gerçekleştirilen bu askeri harekâtın başlatılması ve sonlandırılması iradesini da, artık uluslaşma sürecinin tamamlamış olan TBMM’nin temsil ettiği Türk Ulusu sağlamıştır.

Türk ulusallaşma hareketi, içinde Yunan işgalcilerine karşı yürütülen askeri harekâtın da yer aldığı, var olma iradesini olgun ve kararlı tutumu ile Osmanlı Devleti’ne karşı muzaffer olmuş emperyalist işgalci güçlere tek bir kurşun atmaya gerek kalmaksızın kabul ettiren geniş bir tarihsel ve aynı zamanda sivil bir süreci içerir. Bu sürecin başını aralarında Osmanlı toplumuna özgü çok uluslu yapıya koşut olarak her ulustan olan eşraf olarak tanımlanan Türk burjuvazisi çekmiştir.

(1) Ethem Eldem ve diğ. The ottoman City Between East and West, Cambridge Up Yayınları, 2/1999.

(2) G. Houpt, P. Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Gözlem Yay.

(3) Leon Trotsky, The Present Situation in Germany, [The present situation and our tasks in building the army. Report to the 3rd All-Union Conference of Political Workers in the Red Army and the Red Navy, October 21, 1923], (1923).

(4) Mike Jones, The Decline, Disorientation and Decomposition of a Leadership: The German Communist Party: From Revolutionary Marxism to Centrism, A History of the German Communist Party 1918-1923, Revolutionary History magazine, Vol.2 No.3, Autumn 1989.(5) Zubritski, Mitropolski, Kerov, İlkel, Köleci ve Feodal Toplum, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları tarafından Ocak 1980. (6) Sina Akşin ve diğ., Zirveden Çöküşe Osmanlı Tarihi, Cilt, I – II, Milliyet Kitaplığı.

(7) Taner Timur, Kuruluş Ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Düzeni, Turhan Kitabevi, İkinci Baskı 1979.

(8) Süleyman Arslan, TKP’nin Tarihsel Konumu, Emekçi Yayınları, Kasım 1976.

(9) Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, XIX. Yüzyıl Başlarından Yıkılışa, çev: Server Tanilli, Adam Yay., 1. Basım, Haziran 1995.

(10) Halil İnalcık, The Decline of the Ottoman Empire, s. 35.

(11) Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Sarmal Yay. 1. Bas. Ekim 1996.

(12) Sabahattin Selek, Milli Mücadele, Ulusal Kurtuluş Savaşı, Cilt I – II, Milliyet Yay.

(13) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Batılılaşma, Ant Yayınları.

(14) Muzaffer Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, Sarmal Yay. Ekim 1999.

(15) Ethem Eldem ve diğ. The ottoman City Between East and West, Cambridge Up Yayınları, 2/1999.

(16) Hüseyin Avni Şanda, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi – 1908 İşçi Hareketleri, Gözlem Yay.

(17) S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yay.

(18) Feroz Ahmad, "Modern Türkiye'nin Oluşumu", Sarmal Yayınları, Ekim 1995.

(19) George Haupt/Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Gözlem Yay.,

(20) http://www.academical.org/dergi/MAKALE/9_10sayi/s9erdemir1.htm H. Palaz Özdemir, Tarihi Gelişim İçinde İnsan Hakları ve Osmanlı Modeli, Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı 9-10.

(21) http://www.osmanlimedeniyeti.com/Bilgi/Osmanlı

Osmanlı Kültür ve Uygarlığı – A) Yönetim, B) Hukuk ve Sosyal Hayat.

(22) http://www.sosyalsiyaset.com/documents/zonguldak.htm

Donald Quataert, Zonguldak Maden İşçilerinin Hayatı, 1870-1920: Başlangıç Niteliğinde Bazı Gözlemler.

(23) http://repositories.cdlib.org/cgi/viewcontent.cgi?article=1022&context=cgirs Edmund Burke, III, Collective Action and Discursive Shifts: A Comparative Historical Perspective, University of California, Santa Cruz, March 1998.

(24) http://www.yelkenci.org/haftaninkonusu.php?a=86

Yelkenci , Türkiye’nin Deniz Portalı – Osmanlı İmparatorluğunda Denizcilikle İlgili Önemli Kuruluşlar.

(25) http://www.marksist.com/duyurular/marksizm_icin_atan_bir_kalp_durdu.htm

(26) Rosa Luxemburg, Social Democracy and the National Struggles in Turkey, First Published: October 8, 9, 10, 1896 in the Sächsische Arbeiter-Zeitung, the German Social Democratic paper in Dresden.