Bölüm V

İttihatçılardan Yöncülere Radikalizm


“Tümen komutanlığına tayin edilmeyen Y. Cemil, ne yapacağını şaşırmış haldeydi. Sinirlerini yatıştırmak, harekete geçmek ve yeni maceraya atılmanın imkânlarını araştırmak için çırpınan bu eski ve ateşli ihtilalci, bu durumda behemehal bir girişimde bulunmak, yalnız Enver Paşa’ya değil, hükümete, ittihat ve Terakki’ye karşı isyana hazır, patlamaya hazır bir ruh haletinin altında bunalıp eziliyordu...”[1]

XX. yüzyıl başlarında Selanik, Osmanlı’nın Batıya açılan kapısı, Türk radikalizminin olgunlaştığı ve aynı zamanda Türk proletaryasının örgütlü mücadelesinin başladığı yer olarak Osmanlı Türk toplumu içinde benzersiz bir yere sahip. 1908 burjuva devrimi o dönemde Osmanlı’nın Avrupa topraklarındaki başkenti olan bu kentte olgunlaştırılmıştır. Geç Osmanlı burjuva devrimi, peşi sıra Osmanlı işçi sınıfı hareketini de tetikleyecektir. Öylesine ki, sınıf hareketi, partisinin II. Enternasyonal tarafından tanınacak düzeye ulaşacaktır. Makedonya’nın başkenti Selanik, artık aynı zamanda Osmanlı imparatorluğun en modern kentlerinden biri olmuştur: Avrupa’ya açılan bir kapıdır kent. Zengin bir ticaret burjuvazisi ve daha şimdiden gelişmiş bir ticaret, taşıma ve idare kesimi vardır. Büyük bir etnik çeşitliliğe sahip olan kent nufusunun %40’ını Yahudiler oluşturmaktadır. Kentin ekonomik kalkınmışlığı, içinde eşraf ve burjuvazinin başı çektiği Müslüman cemaatin de göze çarpmasına katkıda bulunmuştur.[2]

Buna bir de Çarlık Rusyasında1905 ayaklanmasının kitlelerde yarattığı ve tüm Avrupa’yı saran etkisini katmak gerekir. Kapitalizmin gelişmesi, burjuvazi ve işçi sınıfının serpilmesi, uluslararası devrim hareketinin de etkisi ile birlikte, burjuva devrimi için gerekli bütün koşullar Selanik’te bir araya gelmişti.

Peki, ama 1905 ayaklanmasına öykünmek Türk burjuva devrimi için biraz aşırı uç olarak olmazımıydı? Sonuçta 1905 ayaklanması, tümüyle işçi sınıfının ayaklanması genel grev ve ardından fabrika ve sokakları işgal etmesi ile kendini göstermişti. İşçi sınıfı Sovyetleri yönetimi ele almış, tıpkı 1917’de olduğu gibi, emrindeki işçi müfrezeleri ile sokaklara ve giderek hakim olduğu bölge içinde yönetimi eline geçirmişti. Ama henüz işçi sınıfının iktidarı için yeterli sınıf bilinci ve örgütlenmesi olmadığı için bu yönetimin yöresel niteliği tüm ulusu kapsayacak düzeye ulaşmamıştı.

Türk toplumunun kuzey komşusu ile olan etkileşimi, sanıldığından da kapsamlıdır. Bunu Türk tarihi ile ilgili çok yetkin biri olan T. Z. Tunaya şu şekilde açıklar: “Bu kongreler çok farklıydılar. Çünkü birer ihtilal, birer devrim organıydılar. Ülkenin hemen her bölgesi İstanbul hükümetine isyan etmişti. Siyasal iktidarı parça parça halk eline geçirmişti. Kısaca artık iktidar millileşmişti. Millet her boşluğu dolduruyordu. Saltanat fiilen yok olmaktaydı. Egemenlik bir adamdan millete intikal etmişti. İşte bu intikal, örgütler ve kongreler ile ortaya çıkmıştı.”[3]

İttihatçıların eksik bıraktığı burjuva devriminin bizzat halkın kendi elleri ile tamamladığını anlatmaktadır bu sözlerle. “Burjuvazi, tarihte tam anlamıyla devrimci bir rol oynamıştır.”[4] denmektedir Komünist Manifesto içinde. Bu koşullar altında sözü edilen kongrelerin gerçekte Bolşevik devrimdeki Sovyetlerin Türkçedeki “şura” karşılığında kullanılıyor veya bu anlama geliyor olması bir yana, halkın kendi inisiyatifi ile başlattığı bir hareket ile yöresel veya bölgesel iktidarlar veya devletçikler olması bakımından bire bir Sovyetler ile örtüşmesi de hiç önem taşımaz burjuva devrimi için. Kongre yada şura, ne denirse densin, önemli olan yöresel düzeyde de olsa bunların birer siyasal iktidar çekirdeği oluşturmalarıdır. Gerçekte de bu yöresellik bu devletçiklerin bire bir şura oluşumunu andırmaları dışına önem taşımaz. Çünkü hepsi için nihai biçimi bir Türkiya-Türkiye veya Türk Devleti olan ulusal iktidarı oluşturmak ve buna ulaşmaktır.[5]

Meşruti Monarşi

1908 ayaklanması ile oluşturulan meşruti monarşi, Osmanlı Makedonya eyaleti başkenti Selanik’te başladı ve tamamlandı. Burası Osmanlı’nın Avrupa’ya mal ve sermaye hareketleri ile yakın bir ilişkide olduğu yerdi. Genel olarak kapitalist ilişkiler yanı sıra, yeni fikirlere ve yeniliklere açık ve bunları uygulayan tipik bir Avrupa yöresiydi burası. Burjuva devriminin kadroları, bu üretim ilişkilerini içinde sivrilen Osmanlı burjuvazisinin yönlendirmesi ile 1. paylaşım savaşı sonuna kadar ülke yönetimini çeşitli biçimlerde ama neredeyse kesintisiz olarak elinde bulundurmuş ve daha sonra da yeni Cumhuriyeti kuran kadroları oluşturmuş ve yetiştirmiştir.[6]

1905 Rus ve 1906 İran devrimleri, Balkan ülkelerinde uzun bir dönemdir sürdürülen ayrılıkçı ve ulusal hareketler, Osmanlı toplumunda kapitalizmin giderek yaygınlaşması, burjuvazinin ortaya çıkışı ve bu yeni oluşum doğrultusunda gelişen aydınlanmanın etkisi ile yeni toplum düzenini öngören fikirlerin tohumu atılmaya başlandı. Jön Türklerin devrimci örgütlenme kurmaya yöneldikleri dönemin arka planında bu gelişmeler vardı. Bu gelişmeler, giderek gelişen hareketi 1907 sonu ve 1908 başında İttihat ve Terakki altında toparlanmaya itecekti. Hareketin liderleri gizlice Selanik’e taşındı. Selanik’teki Rum devrimciler örgütün Avrupa bağlantılarını sağlayan Nazım Bey’in Paris’ten gelmesini sağladılar. Talat, Cavit ve Rahmi’nin de aralarında olduğu İttihat ve Terakki militanları artık Selanik’te düzenli olarak toplantılar yapmaktaydılar.

İttihat ve Terakki, bütün Selanik postane çalışanlarını örgütledi. Arnavutlar ve Makedonlar İttihatçıların hareketine açıkça destek veriyorlardı. İmparatorluğun her tarafındaki ordu birliklerinde huzursuzluk yaygınlaşıyordu. Ücretlerin geç ödenmesi, hoşnutsuzluğa neden oluyordu. Doğuda İskenderun’dan, batıda İskeçe’ye kadar asker ayaklanmaları baş gösteriyordu. Bitlis, Erzurum, Trabzon, Elazığ, Diyarbakır ve İzmir’de de asker ayaklanmaları yaşandı. Bunlar Abdülhamit rejimine karşı muhalefet için yaygın olarak kullanılıyordu. İttihat ve Terakki için Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun desteğini kazanmak kritikti. Ordudaki propaganda çalışması giderek daha fazla sonuç veriyordu. Ordu birliklerinde isyan ve itaatsizlik yaygınlaşıyordu.

Ayaklanma, Arnavut kökenli bir Osmanlı subayı ve İttihat ve Terakki üyesi olan Niyazi Bey tarafından başlatıldı. Niyazi Bey, İttihat ve Terakki’nin etkisi sonucu bölgeye eşkıyaları etkisiz hale getirmek üzere atanmıştı. Niyazi Bey, konumunu kullanarak İttihat ve Terakki için ilişkiler geliştirdi. 3 Temmuz’da 100 asker ve bir dizi sivil memurla dağa çıktı. Bunu 800 silahlı sivil izledi. Ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul’dan Şükrü Paşa gönderildi. Ama varır varmaz kentten kovuldu. Bir başka general, H.Remzi Paşa kente geldi. O da ayrılmaya zorlandı. Kent halkı ve subaylar, ‘Padişahım, çok yaşa’ yerine, ‘özgürlük’ ve ‘terakki’ diye bağırıyordu.

İzmir’den ayaklanmayı bastırmak üzere bölgeye gönderilen iki bölük asker, devrimci propagandanın etkisi altındaydı. Selanik İttihat ve Terakki’si, Makedonya’da anayasal düzen ilan etmeye başlayacağını açıkladı. Haber Selanik’e ulaştığında İttihat ve Terakki ayaklanmayı bütün Makedonya’ya yaydı. Selanik’te subaylar ve Türk, Musevi, Rum ve Bulgar siviller bildiri dağıtıp bayrak astılar. Toplantılar ve konuşmalar yapıldı, kent halkı sabahlara kadar sokaklardaydı. Sabaha karşı padişahın bir telgraf gönderdiği haberi yayıldı.

Ayaklanmanın yankıları tüm imparatorluk içinde ses getirmişti getirmesine, ama Sultan İstanbul’da hala daha etkiliydi. Ancak meşrutiyet ilanı ile birlikte İstanbul’da özellikle azınlıkların bir hareketlilik içinde olduğu gözlenmekteydi. Her nedense, Sultan pek mütereddit davranmamıştı meşrutiyetin ilanında. Niyazi ve arkadaşları dağa çıkmışlardı, ama bu genel bir coşku ve heyecan dışında büyük bir çalkalanmaya yol açılmaksızın özgürlük gelmişti birden bire.

Dış Dinamikler

Osmanlı toplumunda uzunca bir zamandır olgunlaşan koşullar, bir anda ve oldukça sıradan bir dönüşüm ile sivillerin eline geçmişti. İttihatçılar, kansız bir biçimde kendilerini birden bire iktidara gelmiş gördüler. Osmanlı toplumunun neredeyse hiçbir ciddi sıcak çatışma olmaksızın bir anda sivil dönüşümünü gerçekleştirebilmesi üzerinde her nedense pek durulmamıştır. Oysa bu sivilleşme, daha sonraki gelişmelerin de göstereceği gibi daha öncekinin aksine kalıcı, kesintisiz ve geri dönülemez olarak ortaya çıkmıştı. Üstelik bu dönüşüm, II. Abdülhamit gibi imparatorluğu 1876-1909 yılları arasında otuz yılı aşkın ceberrut bir padişah döneminde gerçekleştirilmişti.

II. Abdülhamit’in uyguladığı koyu baskı rejimi ve bu nedenle İttihatçıların çok katı gizlilik kurallarına bağlı faaliyetleri bunda belli düzeyde etkili olmuştur. Ama bu sivilleşme hareketini örgütleyenlerin becerisini gösterir sadece. Oysa hareketin başladığı Selanik yanı sıra, İstanbul’da geniş kitleleri bir anda kucaklamasının ve büyük bir coşkuya karşılanmasını değil. Gerçekten de öylesi baskıcı rejimin uygulandığı İstanbul’da bile meşrutiyet ilan edilir edilmez 50 bin Türk, Rum, Ermeni ve Musevi, iki bando eşliğinde birlikte gösteri yapar. Ertesi gün 100 bin Türk, Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar, Beyazıt Meydanı’ndan Yıldız Sarayı’na yürür. Benzer kutlamalar tüm imparatorluk çapına yayılır.

İlginçtir, ayaklanmanın apansız gelişimi, sadece saray ve çevresi için değil, ama öteden beri imparatorluk içinde dal budak salmış ve her taşın altından çıkan emperyalistler için de aynı biçimde şaşırtıcı olmuştu. Bir taraftan işbirliği içinde olan ve ülkede hakim konumda olan Fransız ve İngiliz sermayesi, öte yandan Alman emperyalistleri için de geçerli bir durumdu bu. Özellikle de Almanlar şaşkınlık içindeydiler.

Osmanlı imparatorluğunun paylaşılması, daha 18. yüzyıldan itibarın Avrupa’nın gündemindeydi. Ama kuşkusuz bu Avrupa emperyalizminin gem almaz hırsının abartılmış bir göstergesiydi; yoksa Osmanlı öyle kolay lokma olacak bir ülke değildi. Nitekim 20. yüzyıla gelinmiş olmasına karşın, hala daha Avrupa içinde geniş bir topraklara sahip ülke konumunu sürdürmekteydi. Osmanlı imparatorluğu hala daha varlığını sürdürülmekteydi. Bunu Osmanlı Sultanlarının Batılı emperyalistler arasında isabetli bir denge politikası sürdürmesine bağlayanlar vardır. Kuşkusuz bu doğru, ama yetersiz bir açıklamadır. Öteden beri söylenen biçimiyle “Doğu Sorunu” hiç de “hasta adamın” paylaşılması sorunu değildi. Fransız ve İngiliz emperyalistleri tarafından epedir çözümlenmişti zaten. Sorun, sadece Çarlık Rusya’sının Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini gemlemekten ibaretti. Osmanlı imparatorluğunun yıkılması değil, ayakta kalmasını istiyorlardı.

İngiliz ve Fransız emperyalistler için asıl tehlike onların çok daha yakınlarındaydı. Almanya ulusal birliğini tamamlamış ve hızla Avrupa’nın sınırlarına sığamaz hale geliyordu. Bu sadece kendine çıkış yolu arayan burjuvazisi için değildi. Almanya, Avrupa’da köylülüğün en yoğun olduğu kalabalık bir ülkeydi. Almanya için Doğu bir yaşam alanı olacaktı. Bunu zaten sınırlarını Polonya ve Rusya toprakları hilafına genişleterek sürdürmekteydi. Alman burjuvazisi zamanla dünya pazarı içinde Fransız ve özellikle İngiliz emperyalistlerinin hakim olduğu bölgelerden pay istemekteydi. Kuşkusuz cebren ve güç kullanarak.

Osmanlı imparatorluğunun bulunduğu bölge, artık Alman ve İngiliz emperyalist güçlerin karşı karşıya geldiği yerdi. R. Lüksemburg, bunu şu şekilde aktarmaktadır: “İngiltere, karadan sadece bir tek yerden saldırıya uğrayabilir. Bu da Mısır’dır.”[7]

İngiltere Mısır üzerindeki egemenliğini yitirirse, Süveyş Kanalı denetimini yitireceği gibi, bundan sonra Hindistan ve Uzak Doğu yanı sıra, Orta ve Doğu Afrika’daki sömürgelerini de yitirecekti. Bütün bu gelişmeler, İngiltere’nin Hindistan, Afganistan ve İran üzerideki egmenliğini de derinden etkileyecektir. Ama bunun için kilit ülke Osmanlı’dır. Almanya’nın İngiliz sömürge ülkelerine uzanabilmesi için geliştirdiği Bağdat Demiryolu projesi hayati önem taşımaktadır. Almanya, bu amaçla Osmanlı’yı kazanmak durumundadır. Yanı sıra, Osmanlı ordusu ve genel olarak Osmanlı’nın ekonomisi ve maliyesinin düzeltilmesi gerekecektir.

Bu nedenle, dünya egemenliğini hedefleyen Almanya emperyalizminin en önemli harekât alanı Osmanlı oldu. Ama bu sanıldığı kadar kolay olmayacaktı. Bunun en büyük nedenlerinin başında, İngiliz ve Fransız emperyalizminin Osmanlı içinde esaslı bir mevzi elde etmiş olmaları gelmekteydi. Alman emperyalizmi geç kalmıştı. Üstelik Almanlar, için Osmanlı hedef olmakla birlikte sonuçta nihai amaç için bir atlama tahtasıydı sadece. Ama Fransız ve İngiliz emperyalizmi için durum daha farklıydı. Özellikle İngiltere’nin yakın ve uzak Asya’daki sömürgeleri için stratejik konumuna karşın, Osmanlı, artık sermaye ihracı dönemine geçmiş emperyalizm için ekonomik açıdan önem taşıyordu. Batı Avrupa sanayi merkezlerine yakınlığı, el atılmadık hammadde zenginliği, kapitalist sanayi ürünleri için nispeten büyük bir iç pazar sağlayan kalabalık nüfusu… Batı Avrupa yayılmacı burjuvazinin daha 1880’lerden itibaren Osmanlı imparatorluğuna girmiş bulunuyordu. 1903 yılına gelindiğinde Almanya, Osmanlı’ya yapılan ihracatta arayı kapatmıştı, ama sermaye yatırımları alanında savaş sanayisi ve demiryolları ile sınırlı kalmayı sürdürüyordu. Fransız ve İngiliz sermayesi, eskiden olduğu gibi, Osmanlı ekonomisinde aralarında ticaret, gemi işletmeciliği, vs. gibi daha geniş bir alanda mali ve parasal faaliyetlerde üstünlüğe sahipti.

II. Abdülhamit’in isyancıların isteklerini kabul etmesinin ardından tüm iktidar İttihatçıların eline geçti. Sınırlı bir af çıkartıldı. Yurt dışındaki mülteciler geri döndü. Sansür ve gizli saray polisi dağıtıldı. Eski rejim yanlısı yüksek rütbeli memur ve askerlerin bir kısmı tasfiye edildi. Alınan bu önlemler sonrasında ayaklanma, büyük burjuvazi açısından kesin olarak sona ermişti.[8]

Ne var ki, ayaklanmanın yankıları tüm imparatorluğu sarmıştı. İşçiler ve köylüler, İttihatçıları daha etkili önlemler almaya zorlamak için bir dizi ayaklanma ve grev hareketlerine giriştiler. Bu hareketler karşısında İttihatçılar gerçek kimliklerini kısa bir süre içinde gösterirler ve ayaklanmanın yaygınlaşmasını önlemek için her türlü önlemi yürürlüğe sokarlar. Takrir_i Sükûn kanunu çıkartılır, grevler ve ayaklanmalar bastırılır.

Bu nedenle, emperyalistlerin endişe duymalarına gerek yoktu. Ama Almanların kuşkuları temelsiz sayılmazdı. Son zamanlarda işbirliği içinde oldukları II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Osmanlı içinde etkinliğin İngilizlere geçtiğini gösteriyordu. Oysa Alman etkinliği, büyük ölçüde II. Abdülhamit ve çevresi ile işbirliğine dayanıyordu. Ama Almanlar da hazırlıksız yakalanmışlardı. Alman emperyalizminin Yakın Doğu planları tehlikeye girmişti. İttihatçıların İngiliz kanadı yönetimde olduğu sürece bu tehlike devam edecekti. Neyse ki korkulan olmayacak, Alman emperyalizmi bir süre sonra yeniden İttihatçılar içinde etkinlik kazanacak ve kendisi ile birlikte Osmanlı imparatorluğunun da sonuna yol açan maceraya doğru sürükleyecekti.

Radikal Teslimiyetçilik

1908 Ayaklanmasının apansız gelmiş ve bir anda sivilleşme sağlanmış olmasına rağmen, Osmanlı toplumunda çok esaslı bir tabanı olduğu kısa bir zaman sonra anlaşılmıştı. Ne de olsa ayaklanma istibdada karşı, özgürlük ve demokrasi için yapılmıştı. Ayaklanmanın ilk dönemlerinde böyle bir dalganın giderek tüm Osmanlı toplumunu, işçileri, aydınları, kadınları, vs. etkisi altına almakta gecikmeyecekti. Özgürlük bir kere gelmişti, artık kitleler bunu doyasıya kullanıyordu. Özellikle işçi sınıfı bu özgürlük dalgası içinde çok hareketli bir döneme girecekti. Birbiri ardından gelen grev dalgası ortalığı kaplayacak ve herkesi şaşkınlığa uğratacaktı. Kadın hareketi, Batılı esinlenmenin etkisi ile çığ gibi büyüyecek, asırlarca peçe altında tutulan kadınlar artık toplum hayatına her bakımdan katılmaya başlayacaklar, işe girecekler, eğitim kurumlarında yer alacaklar ve çeşitli cemiyetler oluşturacaktı.

Ama her şeyden de önemlisi, Osmanlı aydınlanmasının kendini belirgin biçimde göstermesi ve rüştünü ispatlaması oldu. Burjuva felsefesini savunan aydınlar ülkenin dört bir yanından çığ gibi gelerek devrime katılmak ve ona destek vermekte gecikmeyecekti. Avrupa’dan, Mısır’dan, Balkanlardan ve dünyanın dört bir yanından sürgünde veya kaçmak durumunda kalmış aydınlar akın akın devrime katılmaya geldiler. Bu aydınlar, Osmanlı toplumunun çağdaşlaşması doğrultusunda, halkçılık, milliyetçilik, sosyal adalet ve sosyalizm fikirlerini getireceklerdi.

Ama Osmanlı aydınlanmasında burjuvazinin geleneksel seyir defteri hakim unsur olarak kendini gösterecekti. Bu hakim unsur, bir tarafta burjuvazinin doğrudan temsilciliğini yapan liberaller, diğer taraftan da aristokrasiye karşı mücadelesinde çıkarları düşmanının düşmanı niteliğinde burjuvazi ile örtüşen radikallerden oluşacaktı. Burada radikallerin, burjuvazinin aristokrasi ile mücadelesinde tam bir çıkar ortaklığı yapması bakımından sağ radikaller olarak tanımlamak mümkündür. Bu bir yerde zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel şemadan farklı olarak Osmanlı geç kapitalizmi içinde işçi sınıfı, olduğundan daha güçlüdür; yönetime gelen radikaller, işçi sınıfının tüm ülkeyi kaplayan 1908 grev dalgaları ile kendini gösteren muhalefeti ile karşılaşmıştır. Demokrasi havarisi radikaller, kısa bir süre sonra Takrir_i Sükûn yasası ile bu hareketi önlemek zorunda kalmışlardır.

Sağ yada sol; bu esas itibarı ile radikallerin orta sınıfı temsil etmeleri gerçeğini değiştirmez. Öte yandan, burjuvazi ve sağ radikalizmin aristokrasiye karşı çıkar ve işbirliği içinde olmalarına rağmen, burjuvazinin asıl temsilcilerinin de her zaman liberaller olduğunu belirtmek gerekir. Yani, senaryoda rol paylaşımı tamamlanmıştır. Radikaller rol alacaklarsa, bunu liberaller ile ortaklaşa yapmaları gerekmektedir.

Nitekim Osmanlı burjuva devriminde de liberaller böyle bir görev üstlenmişlerdi. Onlar, Osmanlı devriminin hür teşebbüsün çıkarına bir yol izlemesi gerektiğini daha en başından beri savundular. Ama kuşkusuz, burjuvazi her zaman toplumda çok küçük bir kesimi oluşturmuştur ve öyle kalmaya devam edecektir. Aristokrasiye karşı mücadelesinde burjuvazinin geniş bir kesim ile ittifak yapması kaçınılmazdır. Radikallerin Temmuz 1908 ayaklanmasının niteliği çok açıktı. Ama bu radikallerin onların farklı bir sınıf temsilcisi olmaları gerçeğini değiştirmiyordu. Radikaller, Osmanlı aristokrasisine karşı mücadele içinde liberallerle her zaman ayrı düşmüşlerdi.

İttihatçı hareketinin en başında uç veren iki eğilimden biri olan ve P. Sabahattin tarafından savunulan liberal hareket, İttihatçıların A. Rıza Bey kanadının temsil ettiği esker-sivil seçkinlerin temsil ettiği devrimci güç anlayışı ile öteden beri bir anlaşmazlık içindeydi. Bu ayrılık, Temmuz devrimi sonrasında da devam etti. Kasım 1908 seçimlerinde liberaller Osmanlı Ahrar Fırkası içinde örgütlendiler. Ama varlık gösteremediler. Ama seçim sonrasında uluslaşma doğrultusunda görüşlerini daha açık dile getiren İttihatçılara karşı azınlık milletvekillerinden oluşan bir muhalefet oluşturmayı başardılar. İttihatçı rejime karşı bir güç denemesinde aristokrasiyi desteklediler. İttihatçıları diktatörlük kurmak, orduyu siyasete sokmak ve Osmanlılık yenire ulusalcılığı savunmakla suçlamaktaydılar. Serbesti gazetesi ile İttihatçılara karşı kampanya yürütüyorlardı. Öyle ki, Temmuz 1908 ayaklanması ertesinde gerici ayaklanma içinde bile etkili olduğu söylenmekteydi.

Osmanlı liberallerinin başarısız olmalarında bir başka neden, Temmuz devriminin tüm toplum içinde geniş bir özgürlük dalgası oluşturmasıydı. Devrimin öncülüğünü yapan İttihatçılar, işçi sınıfı ve onun sınıfsal partileri dahil tüm sınıf ve tabakaların geniş ve katılımcı bir desteğine sahipti. Ülkede büyük bir özgürlük havası hakimdi. Öyle ki, İstanbul’da yayınlanan günlük gazete baskı sayıları anlamlı bir biçimde artmıştı. O dönemde İmparatorluk içinde 350’nin üzerinde günlük ve sürekli yayın bulunuyordu. Ama belki de bundan daha önemli neden ise, radikallerin gerçekti bir tutum izleyebilme başarılarında yatmaktaydı. Kuşkusuz bu gerçekçilik, burjuvazinin tutarlılığı ile yakından ilişkiliydi. Radikallerin sözcülerinden A. Cevdet, “Tek bir uygarlık var, o da Avrupa uygarlığıdır” diyerek, burjuvazinin beklediği güvenceyi fazlasıyla kendilerine vermekteydi. A. Cevdet, bu gerçeği görmeyip özgürlük peşinde olan aydınları eleştirir. Onların ayaklarını yere basmalarını ister. Ama bunu belli bir ihtiyat payı ile yapar. Batının emperyalist emellerine de vurgu yapar. Ama yine de Batı bizim ustamızdır der.

Ama her şeye karşın Radikallerin bir eksiği olduğu görülüyordu. Ekonomide ve siyasette belki Batılı tarz ve formlar izlenebilirdi; ama burjuvazi için illa da yerel bir ideolojik çerçeve oluşturulması kaçınılmazdı. Liberaller, bu konuda daha başarılıydılar. Onlar İslam ideolojisinin en liberal anlayışını esas alan modern biçimini akılcı bir biçimde geliştiriyorlardı. Başlıca sözcüleri olan M. Akif, C. Afgani ve diğerleri, yenilikçi bir dergi olan Sırat_ı Müstakim içinde bu liberal ve modern İslam ideolojisini geliştirmekle uğraşıyorlardı.

Ama çok geçmeden Radikaller de kendilerine bir ideoloji bulmakta gecikmediler. Tam zamanında İttihatçı düşünürler, ulus kavramını keşfettiler. Osmanlı, gerçekte bir Türk toplumuydu. Türk ulusçuluğu, kendini ideolojik planda Pantürk ülküsü biçiminde gösterdi. Gerçekte de, Osmanlı aydınlanma hareketi içinde bu ulusçu hareketin nüveleri çok çeşitli biçimde kendini göstermekteydi. Türk ulusçu hareketi, romantik bir biçim alarak Türk burjuvazisi için gerekli ideolojik temeli oluşturmakta gecikmeyecekti. Bu radikallerin liberallere olan belki de tek üstünlüğü oldu. Liberaller ise, İslam ideolojisine dayanmakla eski topluma özgü çizgiden ayrılmayarak burjuvazinin devrimci geleneğine aykırı tutum almış oldular.

Eylemde ve ideolojik düzeyde bir adım önde olan (sağ) radikallerin misyonu Türk burjuvazisini yaratmak ve onu ayakta tutmak mı olacaktı? Kuşkusuz, tarihsel olarak belki de bu çok talihsiz bir durum olmuştur. Batılı ülkelerde burjuvazinin aristokrasinin hâkimiyet kaynağı olan din faktörünü çok iyi yönettiği ve onu giderek daha tutarlı bir biçimde içselleştirdiği görülür. Ama sonuçta reform Hristiyanlık ile özdeşleştirilmişti; ayrıca aristokrasiden farklı olarak burjuvazi dine egemenlik kaynağı niteliğinde temel unsur olarak değil, ama daha sonraki aşamada onu korumak için kullanacaktı. Oysa İslam, reform gerektirmeyen daha tutarlı bir öğretiydi. Liberallerin ideoloji olarak dini benimsemeleri, onların aristokrasiye karşı olan Osmanlı toplumu gözünde çok gelenekselci olarak görülmelerine yol açıyordu.

Son olarak, Osmanlı devrimi içinde yer alan liberaller ve radikallerin Batılı esin kaynaklarında temelli bir farklılığın etkisi üzerinde durmak gerekir. Liberaller, İngiliz etkisinde idiler. İngiltere’de aristokrasi, burjuvazinin ortaya çıkışı ve gelişimini daha uzun bir sürede izlemiş ve giderek kendisi de burjuvazi ile bütünleşmiş ve kapitalizm, evrimci bir süreç geçirmişti. Bunda kuşkusuz, Protestan dinin özgürlükçü yapısının etkisini göz ardı etmemek gerekir. Oysa Osmanlı radikalleri ise aristokrasi ve onun egemenliğinin kaynağı olan Kiliseye karşı dişe diş mücadele vermiş Fransız devriminin etkisindeydiler. Öyle anlaşılıyor ki, Radikal hareket, yenileşme hareketini daha canlı ve tutarlı bir biçimde temsil edebilmişti. Osmanlı toplumu, devrimci dönüşümü tercih etmiş görünüyordu.

Radikaller, sağdan ve soldan gelen tehditleri başarı ile göğüslediler. Bu aynı zamanda onların nerede olduklarını da açıklıkla ortaya koydu. İşçi sınıfı eylemliliğini baskı altında sona erdirdi. Ama Liberal harekete karşı daha da katı bir tutum takınıldı: Hareket Ordusu İstanbul’un dört bir tarafında idam sehpaları yerleştirdi. 56 kişi idam edildi, sürgünler yapıldı. P. Sabahattin tutuklandı, serbest bırakıldı. Bundan sonra yeni toplumun oluşturulması için harekete geçildi.

İttihatçılar, işe ilk önce kendilerinden başladılar. İttihatçılar hep gizli kalan Merkezi Umumi ile yönetildi. Önde gelen kişiler, üç paşa Talat, Enver ve Cemal’dir. Merkez üyeleri gizli olduğu gibi, aynı zamanda siyasete de doğrudan katılmaz. Ama tüm ülke çapında örgütlenmek için büyük çabaya girişir. Örgütün merkez ve taşrada bağlantıları, valiler, mutasarrıflar ve kaymakamlardan oluşan hiyerarşidir. Sivil bürokrasi yanı sıra, her zaman ordu mensupları ile yakın bağlar oluşturulmuşsa da, Ordu mensuplarının siyasi ilişkileri, sanıldığından daha dolaylıdır. Bunda, ordunun geleneksel toplum-üstü yapısı büyük rol oynar. Türk toplumu için askerlik kutsaldır. Ordunun siyasete karışması bunun için hoş karşılanmaz. Bunda, Hareket Ordusu komutanı M. Şevket Paşa’nın tutumu da etkili olmuştur. Paşa, orduyu siyasetten arındırmak için büyük çaba gösterir. Kuşkusuz, İttihatçılar genç subaylarla yakın ilişkiyi sürdürebilmiştir.

İttihatçılar, İmparatorluk içinde kapitalizmin en gelişmiş olduğu Selanik kökenlidirler. İttihatçılar bir bakıma kentsoyludur. Aralarında kentsoylu avukat, öğretmen, memur yanı sıra, kent küçük burjuvazisi yer alır. Müslüman Türk tacir ve zanaatçılar bunları tamamlar. İttihatçılar, yükselen burjuvazi ile ona öykünen orta sınıfın temsilcileridir. Sağ radikal nitelikleri ile sınıf değiştirmek ve burjuvaziye katılmak için can atmaktadırlar.

Ama bu İttihatçıları, kırsal kesimde toprak ağaları ile işbirliğine gitmekten alıkoymaz. H. Menteşe, A. Cenani ve M. Rahmi gibi toprak sahipleri olan İttihatçı milletvekilleri ünlüdür. İttihatçılar için toprak ağalarının etkinliğini azaltmak yerine tersine tarımda onlar için doğal bir müttefik niteliğindedir. Cavit Bey, Liberallerden esinlenerek, ekonomik gelişmenin tarımdan kaynaklanacağı görüşündedir. Bunun için tarım işletmeleri desteklenmelidir.

Ayanlar Cumhuriyeti

Osmanlı imparatorluğu, Alman yayılmacılığının hedef ülkesi durumundaydı. Açgözlü Alman sermayesinin emellerine hizmet etmek, bunun için ilk aşamada Almanya sınırları ötesine kendine "yaşam alanı" yaratmak, daha sonra emperyalist amaçlarla “Doğuya doğru yürüyüş” bayrağı altında İngiltere'nin Hindistan'da yaptığı gibi, Reich için eski dünyayı kendi mülkü haline getirmek amaçlanmaktaydı.

Ama Almanlar, kendisinden önce paylaşılmış ve rakiplerinin hakim olduğu imtiyaz bölgelerine girmek durumundaydı. Bunu da ancak barışçı yayılma olarak da tanımlanabilecek dolaylı sömürge yöntemi ile yapabilirlerdi. Bunun için Sultan ve çevresi ile yakın bir işbirliği içine girmek ve ülkeyi adeta içten ele geçirmek gerekecekti

Atılan için ilk adım, Osmanlı ordusunu hedef almak oldu. İlk aşamada Osmanlı ordusunun Alman emperyalizminin vurucu gücü haline getirilmesiydi amaçlanan. Bunun için 1883 yılında görevlendirilen Goltz Paşa, uzun yıllar Osmanlı ordusuna Prusya tipi kafa yapısına sahip subay yetiştirmek için çalıştı. Daha sonra General L. Von Sanders, İstanbul ve boğazlardan sorumlu 1. ordu komutanlığına atanacaktı.

Alman emperyalizminin ikinci başarısı, Bağdat Demiryolu oldu. Bu sadece büyük bir yatırım olması nedeniyle Alman finans kapitali için büyük bir kar alanı olmakla kalmıyor, ama aynı zamanda Alman emperyalizminin etki alanının Anadolu'dan Mezopotamya’ya doğru sürekli yayıyordu. 1. dünya savaşış başlamadan önce, Konya-Basra güzergâhının neredeyse yarısı tamamlanmıştı. Demiryolu, Almanya'nın dünya politikasına egemen olma kavgasındaki baş hasmı İngilizlere ait bulunan bir bölgeye, yani Hindistan’a yönelmişti.

Alman emperyalizminin planları başarılı olmuştu. II. Abdülhamit ve çevresini kazanmakla kalmamış, bütün orduyu da adeta eline geçirmişti. Almanlar gibi düşünen subayların başında Enver Paşa gelmekteydi. Kendisi o denli Almanca düşünüyor ve davranıyordu ki, Almanların tam güvenini kazanmıştı. Darbeci yönetimlerle iş başına geçen İttihatçıların askeri kanadı, bir oldubitti ile Osmanlı imparatorluğunu çöküşe geçtirecek biçimde ülkeyi dünya savaşına sürükledi.

Yenilgi sonrasında 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Osmanlı yönetiminin elini kolunu bağlayan ve başta İngilizler olmak üzere, müttefik kuvvetlere her çeşit işgal olanağı veren bir anlaşmaydı bu. Gerçekten İngiltere Kafkasya ve Musul ve çevresi, Fransızlar Klikya’yı, İtalyanlar Ege sahillerini işgale giriştiler. Yunanlılar da onlara katıldı ve 15 Kasım’da İzmir’e ayak bastılar. Bu arada İngilizler, 13 Kasım’da İstanbul’a 3500 asker çıkardı. Resim ve sivil birçok kişi, savaş suçlusu ilan edilerek tutuklandılar. İşgal polisi, İstanbul’a abluka altına aldı.

İşgalci müttefikler, uzunca bir süre Osmanlı imparatorluğu ile çok yönlü askeri, siyasi ve ekonomik ve diplomatik ilişki sonrasında Alman emperyalizminin ortaya çıkışı ve bunu Osmanlı imparatorluğu ile işbirliği halinde kendileri için ciddi bir tehdit olması sonrasında yaşanan dünya savaşı sonucunda şimdi galip gelen taraf olmuşlardı. 465 yıl boyunca işgal görmemiş imparatorluğun merkezini ellerine geçirmişlerdi. Kendi varlığına yönelmiş bu tehdit sonrasında haklı olarak düşmanlarını cezalandıracaklardı.

İngiltere ve Fransa, imparatorluk içindeki etkiliklerini yeniden kazanmışlardı. Bunu da öteden beri kolladıkları fırsatı en meşru kabul edilebilecek bir biçimde elde ederek yapmışlardı. Şimdi, Alman yayılmacılığı ile işbirliği yapan bir ülkeyi cezalandırma adına hareket etmekteydiler.

Ne var ki, İngiliz emperyalistlerinin Yakın ve Uzak Asya içindeki sömürgelerine açılan kapısı durumundaki Osmanlı imparatorluğuna bu seferki müdahalesinin eski hatalarından dersini almış olarak çok daha duyarlı ve özenli olduğu görülür. Gerçekten de, bu özenli stratejinin, İngilizlerin imparatorluk topraklarına adım attığı ilk günden itibaren izlendiği anlaşılmaktadır. İngiliz işgal kuvvetleri, oluşacak olası tepkilerin giderilmesi için bir açıklama yapar ve (i) işgalin geçici olduğu, (ii) işgalin amacının padişah ve hilafeti korumak olduğu belirtilmektedir. Bu tutum, imparatorluğun yeniden şekillenişinde İngiliz emperyalizminin yeniden etkinlik kazanması ile oluşturulan dış dinamiğin bir önceki döneme kıyasla daha da ağırlık kazanacağı anlaşılmaktadır.

İmparatorluğun kesin olarak İngiliz emperyalistlerinin etkisine girmesi ile kendini gösteren dış dinamiğin belirleyici ağırlığı, sadece bununla kalmaz. İstanbul işgal edilmişti; içte Rum ve Ermeniler, dışta bunların işgalci müttefiklerinin Anadolu’yu işgale başlamaları, Anadolu halkının başının çaresine bakmaları için yeterliydi, ama bunun nasıl şekil alacağı da bir başka dış dinamizmin etkisi altında gelişti.

Anadolu toprakları, bir kez daha, ama bu sefer daha da somut ve gözle görülür bir şura olgusu etkisi altında kalmış görünmektedir. Daha imparatorluğun işgalinin tamamlanmasından epey önce gelişen bu olgunun somut koşullarının daha da açık bir biçimde de ortaya çıktığı görülmektedir. Mondros mütarekesi sonrasında artık ülke kaderinin derin bir belirsizliğe girmesinin ardından tüm imparatorluk bünyesinde inisiyatif alan yerel kongre hareketleri, daha İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden önce oluşumlarını tamamlamış bulunuyorlardı. 1918 yılı sona ermeden şura etkisinin en yakından yaşandığı Osmanlı Kafkas topraklarında dört yerel kongre toplanmıştı bile. Daha sonra bunu İzmir ve Balıkesir kongreleri izleyecek, bunun ardından M. Kemal’in de katılması ile Erzurum ve Sivas Kongreleri gelecekti.

Kongre (şura) oluşumlarının çok karmaşık bir etkilenme örgüsü altında geliştiğini söylemek gerek. Şura etkisi, sadece bir uyarı ve yol gösterici nitelik taşımaktaydı. Türkiye coğrafyasında farklı bölgelerde ve ulaşım ve iletişim kaynaklarının çok kısıtlı olduğu koşullarda bile ortak nitelik kazanan asıl kaynak ulusallaşma idi. Savaş sonrası dönem, tüm Anadolu topraklarında bir tepki hareketlerine yol açacak ve bunun sonucunda çok çeşitli sivil örgütlenmeler (Kuvay_ı Milliye) ortaya çıkacaktı. Kaynağın ulusallaşma olduğu çok açıktır: Şura tipi örgütlenmeler, sadece iki bölgede şura hareketleri düzeyine erişmez. Bunlardan biri, Güney Anadolu (Klikya), diğeri de Güneydoğu Anadolu (Maraş, Urfa, Antep) bölgesidir. Bunun nedeni, merkeze uzaklık veya ilkinde Fransız, ikincisinde de İngiliz işgali yanı sıra, asıl etki bölgeye özgü etnik yapıdır. Kuşkusuz bu etnik yapının nesnel değil, tümüyle öznel nitelik taşıdığı, her iki etnisitenin de kışkırtılmış olduğunu belirtmek gerekir.

Kongre oluşumlarının bir başka özelliği, yerel nitelikten, bölgesel ve nihayet ulusal düzeye doğru bir tabandan tavana yükseliş gözlenmesidir. Yöresel kongreler, tanımı gereği, dar bir coğrafi bölgeyi içine alan, kendiliğinden ülkenin dört bir yanında vilayet bazında gelişen devletçikleri içerir. Kars, Ardahan, Trabzon, vs. bu niteliktedir. Bunu bölgesel kongreler izler. Ulusaltı coğrafi birimleri kapsayacak şekilde, Doğu illerindeki şura devletlerini birleştiren Erzurum Kongresi, Ege ve Batı Anadolu bölgesini temsil eden Alaşehir Kongresi 16-25 Ağustos 1919) bu tür kongreler arasındadır. Nihayet Sivas Kongresi, bütün bölgeleri içine alan ve ulus ölçeğinde örgütlenen kongrelerdir.

Kongreler ile ilgili bir başka gözlem, Kemalist önderliğin girişimiyle toplanan Sivas Kongresi öncesinde yerel inisiyatife dayalı 13 şura hareketinin ortaya çıkmasıdır.[9]

İmparatorluğun dört bir yanında oluşturulan yerel yönetimlerin salt Sovyet şuralarından esinlenerek ve imparatorluğun işgal sonrası yoğun bir belirsizlik içine girmesi ile açıklanması mümkün değildir. Bir başka deyişle, ayan cumhuriyetlerinin ortaya çıkışı, salt dış dinamiklerle açıklanamaz. Böyle bir oluşuma yol açan yerel siyasi irade esas olarak Osmanlı geleneğinden kaynaklanıyor olmalıdır.

Yaygın olarak sanılanın tersine, Osmanlı devlet biçiminin temelde katı merkezi yapısı, imparatorluğun son dönemlerinde yaşanan somut gelişmeler sonrasında yerini ademi merkezci eğilimlerin ağırlık kazandığı bir yapıya terk etmiştir. Dolaysıyla, ülkenin İngiliz ve Yunanlıların işgali öncesinde yerel devletçiklerin otaya çıkma sürecinde Osmanlı idari yapısındaki bu son eğilimleri izlemek gerekiyor.

18. yüzyılın başlangıcında Osmanlı maliyesinde vergi toplamakla yükümlü mültezimler aracılığı ile vergi toplama anlamında iltizam sisteminde temel bir dönüşüm gerçekleştirilir. O döneme kadar mültezimler ilke olarak üç yıllığına görevlendirilmekteydiler. 1695 yılında getirilen uyguluma iltizam işlemini yapan mültezimler artık bu görevi ömür boyu yürütür hale gelirler. Zamanla bu yetki, giderek mültezimin babadan oğula geçmesi biçiminde tümüyle kalıcı hale gelir. Bu durum, Osmanlı toplumuna özgü ayan olarak tanımlanan ve bazen çok güçlü beylikler olarak kendini gösteren sürece bir başka katkı niteliğindedir.

Osmanlı idari yapısında son dönemlerde oluşan bu gibi güçlü derebeyler, Mısır hanedanlığı gibi birkaç örnek dışında ayrı devletçikler oluşturmamışlarsa da, birçok alanda merkezden bağımsız olmanın keyfini çıkarmışlardır. Kendilerine geleneksel Avrupa derebeylerine özgü, ortaçağ kalelerini andıran surlu ve kuleli binalar yaptırmışlar ve sahip oldukları geniş özgürlükler sayesinde adeta bağımsız devletçikler oluşturmuşlardır.[10]

Osmanlı toplumunda ademi merkeziyetçi yapıların oluşması, merkez dışında taşralarda yerel koşullara özgü ekonomik faaliyetlerin yoğunlaşması sonrasında imparatorlukta son zamanlarda ortaya çıkan merkezkaç kuvvetlerin daha da belirgin olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Artık güçlü ayanların ortaya çıkması ile ekonomik faaliyetlerin daha da derli toplu yürütülmesine imkân sağlanmaktadır. 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra kendini gösteren bu süreç, Osmanlı toplumunda bir hamle olarak kendini göstermektedir. 1660’yı yıllarda depremle yıkılan Ankara kenti yeni yüzyılla birlikte daha da görkemli olarak kurulur. Bursalı ipek üreticileri, ipek ekonomisini yeniden canlandırır. Bunun en belirgin etkisi, artık üreticilerin sadece saray efradına yönelik değil, ama çevre yerleşim merkezlerinde varlıklı ve orta halli kesimlerden gelen talepler olur. 18. yüzyıla kadar küçük ölçekli Filibe abacılığı, artık adamakıllı gelişme göstermektedir. Kumaş üretiminde bir başka hamle Güneydoğu Anadolu’da yaşanmaktadır. Gaziantep’te dokumacılık büyük bir gelişme içidedir. Tokat bir başka dokumacılık merkezidir.

Osmanlı idaresinde özellikle Tazminat ve Islahat Fermanları ile başlatılan yenilikler boşuna değildi. Bunlar hiç de ileri sürüldüğü gibi Avrupa’nın zorlaması ile değil, ama somut karşılıkları olan yenilikler niteliğindeydi. İdarede yapılan yeniliklerin ön önemlisi, merkeziyetçi etkilerin hafifletilerek yerel halka, yani ayan sınıfına ve eşrafa idarede sınırlı ve kurumlaşmış bir söz hakkı verilmekte idi.[11] Gerçi nicedir ayanın taşrada fiili bir ağırlığı vardı. Fakat bu ağırlığının resmileştirilmesi, yani meşruiyet kazanması fermanlarla tescil edilmiş olmaktaydı. Böylelikle Osmanlı ceberrut yönetiminde görülmeyecek düzeyde bir ademi merkeziyetçi demokratikleşmenin resmiyet kazanması söz konusuydu.

Ama yerel Osmanlı feodalleri olan ayanların bu başarısı kuşkusuz boşuna değildi. Osmanlı merkezi idaresi, öteden beri ayanların özgürlük mücadelesine karşı büyük bir mücadele vermişti. Ayanlarla mücadelede akla gelmedik yöntemlere başvuruldu. Özellikle II. Mahmut, merkezi idarenin belini büken ayanlığa karşı mücadele için çok çaba gösterdi. Ne var ki, bu merkezkaç kuvvetlerin engellenmesi mümkün olmadı. İç Anadolu’da Çapanoğulları önde gelen ayanlardandı. Manisa ve Aydın yörelerinde Hüseyin Ağa’ya karşı merkezi yönetim büyük bir mücadeleye girişti. M. Ali Paşa, uzun yıllar önde gelen ayanlardan biri olarak Osmanlı merkezi yönetiminin başına bela oldu. Osmanlı merkezi yönetiminin Irak ve yöresinde karışıklıkları önlemesi için Mithat Paşa’yı Bağdat valisi olarak görevlendirmesi gerekecekti. Bütün bu merkezi yönetimi pekiştirme çabaları, II. Mahmut sonrasında Islahat Fermanı ile ayanların yerel hâkimiyetlerinin tanınması ile son bulacaktı.

Hiç kuşku yok ki, ayanların başarısı, Osmanlı içinde esaslı bir dönüşümü yansıtmaktaydı. Osmanlı imparatorluğunda bir hayli zamandır geleneksel göçebe toplumlarına özgü talan ekonomisinin sonuna gelinmişti. Bir dönem sonrasında Osmanlı hazinesinin sıkıntılı dönemlerinde sorunun üstesinden gelinmesi için bir sefer düzenlenmesi söz konusu olamazdı. Bir şekilde Osmanlı, artık imparatorluk kisvesinden çıkıp, kaçınılmaz bir biçimde şu yada bu şekilde kendisi için olan bir devlet niteliğini kazanmak zorundaydı. Nitekim bunun işaretleri geç de olsa gelmiş, yukarıda belirtilen ıslahatlar ile Osmanlı, artık kendine yeten bir devlet yapısını hızla kazanmaya başlamıştı.

Osmanlı imparatorluğu, o döneme özgü koşullarda bir devlet olma yolunda önemli bir adım sayılacak 1864 Vilayet Nizamnamesi’ni yürürlüğe sokacaktı. Bu yönetmelik, idarenin günümüz modern toplumlara özgü biçimde örgütlenmesini içermekteydi. Bunun ilk uygulaması, başına Mithat Paşa’nın getirildiği Tuna Vilayeti oldu. Paşa, bu vilayette yaptığı uygulamalarla adeta harikalar yaratacaktı.

1908 ayaklanması ile kurulan meşruti monarşi, büyük ticaret burjuvazisinin siyasal egemenliği altında bir yönetim olmasına rağmen, bu egemenliğini aynı zamanda padişah ve onun saray erkânı aristokrasi ile paylaşmak durumundaydı. Bir anlamda, padişah, aynı zamanda geleneksel halifelik gücü ile bir arada, halkın nezdinde asıl egemen güç olarak görünmekteydi. Bu gerçekte burjuvazi için ilave bir külfet anlamını taşımaktaydı.

Meşruti monarşinin trajik sonunun ardından Osmanlı toplumunda mülkiyetin iki ayrı egemen gücü olan büyük toprak ve sermaye sahipliğini yeniden harekete geçecek, ama bu sefer çağdaş koşullarda bir yönetim tarzı arayışına girecekti. Tarih emin adımlarla kendi bildiği yolda ilerliyordu. Bir zamanlar ayanlar merkez için kamburdu. Şimdi merkez ayanlar için kambur haline gelmişti.

Ayanlar, Osmanlı burjuvazisi, yada Avrupa emperyalizminin Yakın ve Uzak Doğudaki emperyalist emellerinde onlarla bir arada yürümüş ve yeterli bir olgunluğa erişmiş burjuvazi… Şimdi kendine yeni bir yol aramaktaydı. Ceberrut Osmanlı merkezi idaresi ile başa çıkmış, onu çeşitli ıslahat fermanları ile hizaya getirmiş, olmadı meşruti yönetime boyun eğmeye mecbur etmişti. Ama işte, kendisine aracılık eden meşruti yönetim de girdiği maceralı yolun sonunda iflas etmişti.

Şimdi bütün bunların ötesinde bir rejime karar vermek, bir bakıma geçmişin üst üste gelen savaşın izlerini silmek, yeniden ulusal birliğin sağlanması için halkın yüreklendirilmesi ve bağımsızlığın sağlanması doğrultusunda kaçınılmaz bir hedef olarak da cazip görünmektedir. Osmanlı burjuvazisi şimdi kendinden daha emindir ve mümkün olduğu kadar sahip olduğu gücü hiç kimseyle paylaşmak istememektedir.

Parlamentarizm hiç akla gelmeyen bir çözüm değildir. Böyle bir yönetim, burjuvazinin siyasal egemenliğinin hiç kimseyle paylaşmadığı, burjuvazi için en avantajlı bir yönetim biçimidir. Parlamenter cumhuriyet ile burjuvazi bütün siyasi erki bir çatısı altında, yani parlamentoda toplayacak ve burjuvazinin siyasal egemenliği padişahın ve çevresinin gölgesinden olduğu kadar, zorunlu olarak paylaşmak durumunda kaldığı orta sınıflar ve onun temsilcilerinden de kurtulacaktır. Böylece de bizzat kendi kimliğiyle ortaya çıkacaktır. Bundan böyle kapitalist gelişme hem burjuva parlamenter iktidarı hem de yürütme gücünü yetkinleştirecektir.[12]

Türk toplumunun bulunduğu coğrafyaya özgü koşulların göz ardı edilerek burjuvazinin parlamenter cumhuriyet üzerindeki ısrarında şura yönetimleri etkisinin payının olup olmadığı düşünmeye değer bir durumdur. Osmanlı coğrafyasının yakın ilişkide olduğu Sovyet Rusya’sından gelen şura etkisinin hiç de yabana atılmaması gerekir. Çünkü Osmanlı ile sınırdaş olan bölgelerde kurulan Sovyet şuraları, esas olarak Menşevik etkilenme ile ortaya çıkmıştır. Esin kaynağınınBolşevik tarzı Sovyet modeli olması hiçbir şeyi değiştirmez. Kafkas topluluklarında yaygın bir biçimde gözlenen şura devletlerin tümü, geleneksel değerlerine bağlı Menşevik yapılardır. Bu Menşevik yapılanmaların Osmanlı Türk geleneklerine yakın olduğunu söylemek mümkündür.

Bir kere, Kafkaslarda Çarlığın yıkılması sonrasında gözlenen aynı parçalı, merkezden kopuk örgütlenmeler yaygın bir biçimde 1. dünya savaşı sonrasındaki Osmanlı toplumu içinde geçerlidir. Mondros mütarekesinin ardından Anadolu topraklarında oluşan ayan devletler ile Kafkas toplumlarındaki Menşevik şura devletleri arasında benzerlikler çarpıcıdır.

Ayan devletlerinde en belirgin özellik, bunların yerel girişimlerin sonucu ortaya çıkmasıdır. Ayan devletleri M. Kemal’in önder konumuna gelmeden önce ortaya çıkmıştır. Öte yandan, M. Kemal’in önderliğindeki Sivas Kongresi sonrasında bile, onun inisiyatifinden bağımsız kongre devletçilerinin (Edirne Kongresi) kurulduğu görülür. Öte yandan daha sonraki dönemde Afyon ve Pozantı Kongrelerinin toplanması, TBMM’nin ortaya çıkmasından sonra bile, hala daha M. Kemal’ci merkez inisiyatifinin dışında yerel dinamiklerin sürdürülmekte olduğu anlaşılmaktadır.

1923 Cumhuriyet ilanı, Türk burjuvazisi için yeni bir dönemin başlangıcını oluşturacak gibidir. Ama gelişmeler, hiç de beklendiği gibi olmayacaktır. Cumhuriyet kurulmuştur kurulmasına, ama kısa bir süre içinde toplumda genel bir hoşnutsuzluğun ortaya çıkması engellenememiştir. Tek parti yönetimi, parlamenter rejimin olmazsa olmaz koşulu olan parlamenter muhalefet ve denetim mekanizmasının hiç işletilememesi ve giderek toplumu oluşturan çeşitli kesimlerden sınıf ve tabakaların görüşlerine yer verilmeyen kısır bir parlamenter işleyiş ile sonuçlanmıştır. Oylamalarda aykırı yada hiç olmazsa çekimser oylara rastlanması mümkün olmamaktadır. Bu tek yönlü bakış açısı, zamanla düzeleceğine daha da derinleşmiştir. Meclisten geçen yasaların tümü oy birliği ile kabul edilmektedir. Mecliste görüşmeler çok kısır geçmekte, Meclis çalışma saatleri çok sınırlı kalmaktadır. Öyle ki, 1930’lı yıllara gelindiğinde bile, meclisin çalışma saatleri sadece ayda altı saat ile sınırlı kalmaktadır. Meclis, kuruluştaki canlılığını tümüyle yitirmiş, bunu izleyen uzun bir sükûnet devresinin uyuşukluğuna kaptırmıştır kendini.[13]

Burjuvazinin parlamenter rejimini kurması başlı başına bir uzun erimli projedir ve bu bugünden yarına oluşturulması mümkün olmayan çok meşakkatli ve zaman isteyen bir süreci içerir. Bunun tipik örneğini Fransız burjuva devriminde görmek mümkündür. 1789 ile özgürlük sağlanmıştır, ama rejim bir türlü rayına oturamaz. 1792 Cumhuriyet ilan edilir, ama çok geçmez buna karşı bir tepki oluşur; 1974 Termidor dönemi ile devrimi sürükleyen “baldırı çıplaklar”ın dışlandığı karşı devrim oluşur. Buna Jakobenlerin kaypak tutumu yol açmıştır. Sonra Napolyon 1799’da konsül, 1803’te ise imparator ilan eder, ilk başarılarından sonra gelen yenilgiler, 1814’de onun sonunu getirir. Bunu Burbon krallığının yeniden başa geçtiği restorasyon dönemi izler. Bu gerici restorasyon dönemi, 1830 devrimi ile yıkılırsa da, bu sefer bir başka kralcı sülale olan Orleansçılar yönetime gelir. Kuşkusuz, bu her iki krallık döneminde de gerici mali sermayenin egemenliği söz konusu olmuştur. Ama burjuvazi, kendisi için ideal egemenlik biçimini sanayi burjuvazisinin öncülüğünde, proletarya ile işbirliği içinde Avrupa’da en az bir önceki kadar ses getiren 1848 devrimleri ile kavuşacaktır.

Türkiye’de de parlamenter cumhuriyet kurulmuştur, ama gelinen nokta, yaşananlara tanıklık yapan bir gözlemcinin anlatımı ile hiç de iç açıcı değildir: “1930 sıralarında CHP halktan kopmuştu. Halkın dışında dar, basit bir bürokrat hizbi ile bu hizbe ancak seçim ve menfaat bağlantıları olan mahalli, fakat dar bir taşralı taraftar kadrosundan ibaretti.”[14]

Oysa burjuvazinin parlamentarizme destek vermesi boşuna değildir. Burjuvazi tarih sahnesine çıkarken, aynı zamanda kendi içinde de bir evrim geçirmektedir. Geleneksel bağlarından hala kopmayan büyük ticaret burjuvazisi bir tarafta, üretim güçlerinde asıl gelişme dinamiğini taşıyan sanayi burjuvazisi artık sahne almaktadır. Sanayi burjuvazi artık ne egemenliğini meşruti monarşi paylaşmak ve ne de onunla işbirliği ayakta kalmaya çalışan büyük ticaret burjuvazisine tahmin edebilmektedir.

1848 Fransız Anayasası, kuvvetler ayrılığını, farklı iktidar odaklarının doğması noktasına dek genişletmişti. Bu anayasa gereğince halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı, aslında yasama gücü karşısında bir başka güç odağıydı. Günümüzde de sıkça tartışma konusu edilen ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dayanan Başkanlık sisteminin anlamı işte budur. Bu sistem devlet başkanına, parlamentoyu gölgeleme, icabında anayasayı bile rafa kaldırarak mutlak anlamda egemen olabilme yolunu açmaktadır. Nitekim 2 Aralık 1851’de parlamentoyu bir kenara iterek iktidara çöreklenen Louis Bonaparte’ın yolunu açan da bu başkanlık sistemi olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti, başkanlık sistemini içermiyordu. 1920 ve 23’te cumhurbaşkanını meclis seçmişti. Ama M. Kemal, Türk milletinin kaderini değiştiren bir kişiliğe sahipti. 1923 ve 27’de Time dergisine kapak oldu. Türk milleti, ona olan şükranını 1934 yılında ona Atatürk soyadını vererek hayranlığını belirtecekti. Artık Tek Adam olmuştu. K. Marx’ın dediği gibi, artık burjuva demokrasisinde kendini meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahip olarak görmesi için hiçbir engel kalmamıştı.

Ama kuşku yok ki, M. Kemal ve arkadaşları, ileri görüşlü olduklarını çoktan kanıtlamışlardı. M. Kemal, bizzat kendi inisiyatifi ile bu çıkmazdan kurtulmak için bir girişimde bulundu ve en yakın ve güvendiği kadrolardan yeni bir parti kuruldu. Ne var ki, bu parti daha kurulduğu ilk günden itibaren iktidara aday olduğunu gösterdi. Tümüyle M. Kemal’in girişimiyle oluşturulan parti olmasına rağmen halk tarafından ciddiye alınmıştı. Ama bir kez daha İttihatçıların liberaller karşısında yaşadıkları korkuyu yaşamaktaydı Cumhuriyetçiler. Kurulan partinin arkasına bir kez daha gerici unsurların doluştuğu ileri sürüldü. Partinin daha fazla gelişmesine izin verilmedi. Gericiliğin hortlatılmış olduğu söylendi. Toplumsal ve siyasal yapı henüz çok partili dönem için elverişli değildi.[15]

Bonapartist Darbe, Keynesçilik ve Kadro Hareketi

İçte ve dışta burjuvazinin parlamenter rejiminin daha uzun süreli olamayacağına dair emareler ortaya çıkmakta gecikmedi. M. Kemal ve arkadaşları, gereğini yapacaklardı. Son bir kez daha parlamenter rejimin ilgası öncesinde bir yurt gezisi yapmaya karar verildi. Bu şekilde harekete geçmeden önce halkın nabzı tutulacaktı.

Tarihe tanıklık edenler, bu konuda bizlere zengin kanıtlar sunmaktadır. Anahtar sözcük şudur: Serbest fırkayı kapatmakla iyi mi ettik? Bundan kasıt, Bonapartist darbe için somut koşulların var olup olmadığını gözlemektir.

M. Kemal ve arkadaşlarının yurt çapında bizzat yaptığı gözlemler ve vardığı sonuçlara geçmeden önce biraz geriye dönüp, darbeyi hazırlayan koşullara kısaca göz atmak gerekiyor.

M. Kemal yenilgi sonrası görev yaptığı Halep’ten İstanbul’a dönmektedir. Bu uzun tren yolculuğunda bir taraftan en son yaptığı girişimin olası sonuçlarını düşünmekte, ama aynı zamanda da yolculuk sırasında şahit olduğu Anadolu halkının perişan durumu karşısında büyük bir şaşkınlık geçirmektedir. Ahmet va mı? Mehmet va mı? Sülümeni gören va mı oğul? diye diye çağrışan çoluk çocuk insan artıklarına şahit oldu. Ardı arkası kesilmeden bütün bu Anadolu demiryolu boyunca kulaklarını dolduran, beynini parçalayacakmış gibi olan bu seslerin, çığlıkların içinde fırsat bulunca gene düşüncelere dalmaya çalışmaktaydı.[16]

Saray Başyaverine çektiği telgrafı düşünmektedir M. Kemal. Kendisinin kabineye Harbiye Nazırı olarak alınmasını istemiştir telgrafında. “Muhterem padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim ve selametini temin itibarıyla arz ederim ki…” diye başlıyordu telgraf. Müttefiklere bizzat Türkiye’yi parçalamak ve Asya’ya atmak siyasetinin bizzat kendi menfaatlerine aykırı olacağını inandıracaktı. Bolşevik ihtilali, Rumeli, Anadolu ve bütün Ortadoğu’yu kaplayacağına inanıyordu. Eğer galip devletlere bunu inandırabilirse, o zaman onları Türklerle meskûn Trakya, İstanbul ve Anadolu’da kuvvetli bir Türkiye’nin muhafazası ve teşkilatlandırılması lüzumunun müttefiklerce kavranacağını düşünüyordu.[17]

Bu düşüncelerle boğuşarak İstanbul’a ulaştı. O günlerde yerli ve yabancı bütün önde gelenlerin buluşma yeri olan Pera Palas’a yerleşti.

Her şeye karşın haline şükretmeliydi. O bütün cephelerden kan ve ateş içinde ömürlerini tüketip İstanbul’a beş parasız dönen generaller, albaylar, subaylar, İstanbul kahvehanelerinde sefil, perişan adeta dilenirken, kendisi burada kalamazdı.

Ne var ki, M. Kemal her zaman ayrıcalıklı korunumu korumuştu. Mustafa Kemal Arıburnu ve Anafartalar’da elde ettiği başarılar sebebiyle dost düşman birçok kişinin ismini duyduğunu biliyordu. Buna dayanarak Osmanlının içinde bulunduğu durumu anlatmak üzere Osmanlı yöneticilerine ziyarete gidiyordu.

Veliaht Vahdettin ve Mustafa Kemal’in Almanya gezisinde de Mustafa Kemal her fırsatta Vahdettin’e vatanın içinde bulunduğu müşkül durumu açıklamaya çalıştı. Orada da birçok yere gezi yaptılar.

Bu sırada veliaht Vahdettin padişah oldu. M. Kemal ile görüşmek üzere yanına çağırdı. Çünkü her fırsatta vatanın içinde bulunduğu durumu kendine anlatmaya çalışan Mustafa Kemal ile gezi sırasında birçok görüşmeleri olmuştu.[18]

M. Kemal, daha sonra Halep’ten bir tanıdığının yanına taşınır. Bayan Fansa, M. Kemal’i Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan ile evlendirmek için aracılık yapar. Gerçekte bu iş olmuş gibidir, zira bu evliliği bizzat Sultan istemektedir. Her nedense evlilik işi gerçekleşmez. Bundan sonra M. Kemal, ailesi ile birlikte ilk önce Akaretler’e taşınır; sonra bugün Atatürk Müzesi olan Şişli’deki eve taşınır.

Bu evde, Anadolu’dan gelen A. Fuat Paşa ile görüşür. Paşa, M. Kemal’e “Anadolu’da anarşi hakim” der. Birlikte kurtuluş için neler yapılacağını konuşurlar. Bu arada, M. Kemal’in yeniden Harbiye Nazırı olma olasılığı üzerinde tartışırlar.

Sonunda gün gelir çatar, Samsun ve havalisinde asayişin korunması için işgal kuvvetleri, Damat Ferit hükümetinden önlem alınmasını ister. M. Kemal’i tanıyan ve onun ittihatçı olmadığı konusunda teminat alan Dâhiliye Nazırı, D. Ferit’e, Oraya Mustafa Kemal Paşa’yı gönderelim önerisinde bulunur. Öneri kabul edilir. Görev emri çıkartılır. Görev ordu müfettişliğidir. Ancak M. Kemal bunu yeterli bulmaz. Bütün şark vilayetlerindeki orduların komutanı olarak atanması, mülki amirlere doğrudan emir verebilmesini, bölgedeki bütün askeri ve idari amirlere bildirimde bulunma yetkisini ister. Bu yetki, iki tümenli III. ordu ve dört tümenli XV. Kolorduyu (Karabekir’in Kolordusu) M. Kemal’in emrine veriyor, bütün Trabzon, Erzurum, Sivas ve Van vilayetleriyle, Erzincan ve Samsun vilayetlerini içine alıyordu.

Görev emrini düzenleyen G. Kurmay başkanına verilen talimatta bu yetkiler yoktur. Ama emir M. Kemal’in talebi ile şekillendirilir. Nazır, tüm şark vilayetleri en yüksek mülki amirliği yetkisi veren emre imza atamayacağını, ama mühür basacağını söyler.

M. Kemal, gitmeden önce D. Ferit ile yemek yer. D. Ferit, gelişmelerden hoşnut değildir. G. Kurmay Başkanı Cevdet Bey, M. Kemal’in niyetini anlamıştır. Ona Allah muvaffak etsin, der.

M. Kemal, padişah ile vedalaşma sırasında padişah, bir tarih kitabına elini koyarak, onun bütün kahramanlıklarının tarihe geçtiğini, ama asıl bundan sonra yapacakların tarihe geçeceğini söyler. Vahdettin, M. Kemal’e, Devleti kurtarabilirsin, der.[19] [20]

M. Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’ya görev emrinde yazılan sorumlulukları yanı sıra, devlet ricali şifahen kendisine verilmiş vatanı kurtarma görevini başarı ile gerçekleştirdiği, ama sadece bununla kalmayıp yeni kurulan devletin başında sergilediği icraatlarla da basiretli bir yönetim kadrosu oluşturduğunu söylemek gerek. Sadece saltanat ve hilafetin kaldırılmasını bundan ayrı tutmak gerekir. Ama her ikisi de artık kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktaydı. M. Kemal ve arkadaşlarının devleti kurtarma davası uğruna mücadelesinde meşruiyetleri için bu olmazsa olmaz nitelik taşımaktaydı.

Eşraf ile askerler arasında 1919 yılında Erzurum Kongresi ile ortaya konan ortak irade, 1923 yılında cumhuriyetin ilanı ve 1924’de hilafetin kaldırılması ile tecelli edecek, bundan sonra Anadolu topraklarında kendi mecrasını bulacaktı.[21] Hiç kuşku yok ki, bu mecranın yönü şimdiden belliydi. Daha Lozan görüşmeleri sürerken, büyük burjuvazi ve bu sınıfın meclisteki temsilcisi o günün başbakanı Rauf bey, Türkiye güya üzerinde “menfaat gözetmeyen” Amerika’ya Nisan 1923’te sağladığı Chester İmtiyazı ile demiryolu inşaatı ve çevresindeki doğal kaynakların işletilmesi hakkını verecekti. Bu gerçekte, emperyalistlerle artık Lozan’da barış masasına oturan Ankara’daki yeni yönetici kadro ile İstanbul’da bulunan ve çıkarları hiç de emperyalistlerle zıt olmayan burjuvazi arasında ciddi bir sürtüşmeyi yansıtıyordu. Ama burjuvazinin endişesi yersizdi. Lozan görüşmelerinin kesintiye uğramasının ardından toplanan İzmir İktisat Kongresi bu çelişkiyi gidermeyi amaçlıyordu.

Kongrede yeni oluşmakta olan Cumhuriyet rejiminde şimdiden hasım hale gelmiş üç kesim katılmaktaydı. İlki, büyük ticaret burjuvazisi, diğeri tarım burjuvazisi ve son olarak asker, sivil ve aydınlardan oluşan bürokrat kesim. Bunun dışındaki işçiler ve çeşitli meslek grupları bu hakim grupların oluşturduğu göstermelik temsilciler niteliğindeydiler.

Aslında, bürokratların da İktisat Kongresi’nde söyleyecek pek fazla sözü yoktu; çünkü onlar daha en başından beri üretim araçları üzerinde hiçbir etkinliği olamayacak biçimde uzak tutulmuştu.

İktisat Kongresi büyük burjuvazinin başarısı ile sona erdi. Bu sayede dünya ekonomik bunalımının etkilerinin derinden hissedildiği 1929 yılına kadar tam bir liberal politika izlendi. Bu dönem içinde büyük ticaret burjuvazisi gücünü göstermiş, daha sonra İş Bankası ve Sanayi Maadin Bankası gibi bürokrasiyi sisteme uyarlayan girişimler sayesinde taraflar arasında uzlaşma sağlanmıştı. Bu arada Teşvik_i Sanayi kanunu ile geniş bir teşvik olanaklarından yararlanmıştı.

Tam bu sırada patlayan ekonomik buhran ekonomi için adeta felaket oldu. Bu gelişme, Türk hammadde fiyatlarının büyük ölçüde düşmesine yol açtı. Tarım ürünleri fiyatları yüzde 70’lere varan düşüşler gözlendi. Türk ekonomisinin cari işlemler dengesi alt üst oldu. Türk parası baş döndürücü bir hızla düştü. İç ve dış ticaret tümüyle durmuştu. Bu durum, hükümetin zorunlu olarak ciddi ve kapsamlı önlem almasına yol açtı. Telaşa kapılan Türk burjuvazisi ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gözler devletin ekonomiye müdahalesine çevrilmişti.

Yeni cumhuriyet, 1929 ila 1932 yılları arasında bir geçiş dönemi yaşadı. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, tüm dünyada hızla taraftar bulan ve kapitalizmin kurtuluşu olarak görülen Keynesçilik Türkiye’de de giderek taraftar bulmaya başlamıştı.

Kadro hareketinin ortaya çıkışı, büyük dünya bunalımı ile kapitalizmin iflası ve çöküşünün eşiğine gelmesi ile eşzamanlı olmuştur. Kadro dergisi, kapitalizm ile sosyalizm arasında üçüncü bir yol olduğu savı ile yayın hayatına başlamıştı. Gerçekten de piyasa sosyalizmi olarak günümüzde hala canlı bir biçimde tartışılan üçüncü yol görüşünü ortaya atmakla o günün çağının çok ilerisinde bir hareket olduğu söylenebilir. Nitekim Kadro hareketinin etkisi bugün hala daha Türk siyasetinde ciddi bir alternatif olarak etkinliğini sürdürmektedir.

Kadro dergisi, genç cumhuriyetin burjuvazisinin içine düştüğü bunalımı Keynesçi devlet politikaları çözme çabaları içinde, yönetici asker, sivil ve aydın kesime ideolojik bir çıkış yolu göstermek için bu tür politikaların tüm dünya çapında yaygınlık gösterdiği 1932 yılının başında yayın hayatına girdi. Tek farkla ki, emperyalist ülkelerde bu basireti gösterebilen burjuvazi idi ve tekelci devlet kapitalizminin temellerini bizzat burjuvazinin kendisi attı. Ama genç cumhuriyet içinde bu girişimi öteden beri fırsat kollayan “kadro” hareketi yapacaktı. Buna kendi özgün damgasını vurmakta gecikmeyecekti. Kadro hareketinin İş Bankası yetkililerinin girişimleri ile kapatılmış olmasına karşın, kapitalizm ve komünizm arasında üçüncü yol ile ilgili görüşleri kök salmış ve amaç hasıl olmuştu. Bundan sonra, emperyalist güçlere karşı tek bir kurşun sıkılmamasına rağmen yapıldığı ileri sürülen dünün emperyalist ülkesinin ulusal kurtuluş mücadelesi neredeyse ulusal kurtuluş mücadeleleri için örnek haline getirilecekti.

Nitekim Kadro dergisinin Kadro Çıkarken adlı başyazısında “Türkiye bir devrim içindedir” sözü, Keynesçiliğin Türkiye uyarlamasından başka bir şey değildi. Ama bu cesur atılım boşuna değildi; Kadrocular, bu sözlerinin altında kalmayacaklar, buna yönelik sloganlarını ortaya atacaklardı. Çünkü bunun için yeterli donanıma sahipti. Hepsi Marksizm ve kapitalizmi iyi öğrenmişlerdi. Her ikisinden aldıkları görüşleri oldukça başarılı bir biçimde bir araya getirdiler. Sınıfsız, kaynaşmış bir toplum oluşturulacak, iktisadi devletçilikle ve dışarıya karşı korumacılıkla sanayileşme sağlanacak ve toprak reformu yapılacaktı. Emperyalizme karşı ulus düzeyinde gönençli insanların bir araya gelmesi ile formüle edilen Kemalizm, “mazlum ulusların ideolojisi” olarak sunulacaktı.

Kadro hareketinin yayınlanan 32 sayısı ile Türk siyasi hareketi içinde kendini çok fazlasıyla aşan bir etki yaptı. Türk entellektüelinin düşünce çizgisi ilk defa böylesine kapsamlı ve ulusların sömürgeciliğe karşı mücadelede sınırları aşan bir etkinliğe ulaşan nitelik kazanmasına tanık olunuyordu.

Ulusal sınırları aşacak düzeyde, Neo-Marksist hareketler içinde değerlendirilebilecek düzeye erişmesi bir yana, Kadro hareketinin asıl gücü, Türkiye içinde kendinden sonra gelen hareketleri derinden etkilemesi ile kanıtlanır. Kadro hareketi, çoğunlukla eski komünist hareket içinde yer alanlardan oluşturulmuştur. Sosyalist etkisi, Kadro’nun böyle bir yaygınlık kazanmasında başlıca etmen olarak gösterilir.

Ama Kadro hareketinin asıl yaygınlığı ve etkisi, Türkiye koşullarında Kadrocuların tezlerinin somut uygulama alanı bulması ile yakından bağlantılıdır. Keynesçilik, çözmekte olan kapitalizmde, temel önerme olarak toplumda talep yaratmaya yönelik olarak yapılan düzenlemeleri içerir. Ama aynı sorun ile karşı karşıya kalan Türkiye içinde ekonomik bunalım, zengin ülkelerde izlenenden farklı olarak bizatihi kapitalizmi sorgular nitelik kazanmıştır. Öte yandan, burjuvazinin zengin ülkelerden göreceli zayıflığı da Kadrocuların önerilerinden hareketle Bonapartist asker sivil aydın kesimin daha rahat etmesini sağlamıştır. Sonuçta, Kadro hareketi, nihai hedef olarak sınıf uzlaşıcılığını önermektedir ki, burjuvazinin en azından bunalımdan çıkış adına bürokrasinin himayesinde devletçi uygulamalara çok fazla ses çıkartması da mümkün değildir.

Sınıf uzlaşıcılığı (sınıf kavramının inkârı), devletin (bürokrasinin, asker sivil aydın gibi orta sınıfların) ekonomide inisiyatif sahibi olması, kapitalist sisteme özgü emek ve sermaye çelişkisi yerine emperyalistler ve uluslar arası sömürünün konması… Tüm bunlar orta sınıf ideolojisinin yansımalarından başka bir şey değildi. Uzunca süre Türk ulusunun yaşadığı topraklarda birliği sağlayan, cumhuriyeti kuran, yönetim kadrolarını oluşturan orta sınıfın burjuvaziye karşı beklentilerinin karşılığını almak için beklediği ve koşulların elvermesi ile hayata geçirdiği bir hareketi yansıtır Kadro Hareketi. Gerçekte, Osmanlı toplumunda güçlü bir devlet geleneği, böylesi bir ideolojinin gelişmesi için yeterli bir ortam sağlamaktaydı.

Osmanlı, zenginliği tehlikeli görür ve küçümserdi. Kadro hareketinin savunduğu görüşlerin yaygınlaşması ve tepki çekerek kapatılmasına zamanla bürokrasinin partisi niteliğindeki CHP içinde tümüyle benimsenmesi sonrasında aynı yaklaşım sürdürülmüş ve oldum olası liberalizm, küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Ama bu durum, ülkenin piyasa ekonomisinin nimetlerinden yararlanmasını engellemiş ve izleyen 2. dünya savaşının getirdiği olumsuz koşullarla da eklendiğinde, devletçi bürokrat rejimin bir daha toparlanamayacak düzeyde itibar kaybına yol açmıştır.

Son olarak, asker, sivil ve aydın orta sınıfın üçüncü yol tercihi boşuna değildi. Her zaman olduğu gibi, kuzey komşusundaki gelişmeler Türk toplumu için öğretici olmuştu. Truman doktrininin ilanı ile birlikte gem almaz antikomünist propagandanın etkisi altına girmeden önce Türkiye her dönemde Sovyet etkisinde kalmıştı. Kadro hareketinin, kapitalizme olduğu kadar, sosyalizme de geçit vermeyen üçüncü yol anlayışının bir zamanların komünisti olan dönme aydınlar tarafından geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması boşuna değildir.

Yön Hareketi

Türk sol hareketi, kabaca 1960'lı yıllara kadar Sovyetler ve Komintern enternasyonalizmi doğrultusunda şekillendi. Ama bir taraftan genç Türk burjuvazisinin ayakta kalma ve diğer taraftan tüm kapitalist dünyanın komünizmi çevreleme çabaları ile kendini gösteren iç ve dış dinamikler, bu hareketin canlanmasına olanak vermedi. 1960'lı yıllardan itibaren girilen anayasal dönem içinde göreceli özgürlük ortamında sadece asker-sivil-aydın kesimi temsilciliğini üstlenen radikal solun sesi çıkıyordu. Ama bu ses hiç kimseye yabancı gelmedi.

H. Özdemir’e göre, Yön dergisi çevresinde toplanan radikaller, Kadro görüşlerini başarı ile temsil etmekteydiler. K. Boratav’a göre, Yön’e, içinde eski Kadro’nun son temsilcisi S.Ş. Aydemir’in de bulunduğu “yeni Kadro’cu” görüşler hakimdir (K. Boratav, “Türkiye’de Devletçilik”. S. 159). Ö. Sezgin’e göre, D. Avcıoğlu, Kadro’cu görüşleri 1960’larda yeniden canlandırmıştır (Ö. Sezgin, “Kadro Hareketi”, s. 20). M. C. Anday ise, Kadro’culuk ile Sultan Galiev arasındaki ilişkiye değinerek, yıllar sonra Yön dergisinin, Kadro eylemini ve Ş. S. Aydemir’i saygınlaştırma amacını güden bir girişim olduğunu söyler (Cumhuriyet, 20 Aralık 1982). T. Çavdar, Kadro ile Yön arasında bir paralellik olduğunu söyler ve her iki hareketi de, Kemalizm’in ihmale uğrayan ve hatta saptırılan ideolojik temelini arama gayreti olarak yorumlar (Sosyalist Kültür Ansiklopedisi, s.1324). H. Kıvılcımlı ise şöyle söyler “Kadroculuk daha kalbi biçimde ütopik demagoji idi. Yöncülük daha tasavvufi (mistik) biçimde demagojik ütopyaydı. (27 Mayıs Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, s. 18).Bir dergi çıkartılması görüşü, uzun zamandan beri, İ. Selçuk ve D. Avcıoğlu'nun üzerinde düşündükleri bir projedir. Ama derginin yayın hayatına başlaması, böylesine tarihi noktada, yapılacak başka bir şey kalmadığı anda gerçekleşecektir. 1961 yılı sonlarında yayın hayatına atılan dergi, 78 sayı yayınlandıktan sonra, T. Aydemir ile ilgili görüşlerden dolayı iki kapatılarak ara verir, bundan sonra toplam 222 sayı çıkar ve yazı kurulunun kararı ile yayın hayatı sona erer. Dergi, ilk kapatılana kadar[22] olan dönemde, 27 Mayısın rejimin kaderini çizmeye çalıştığı en sıcak dönemde yaklaşık 30 bin basılır. Kapatılmasından sonraki ikinci döneminde ise tirajı bunun üçte biri seviyesinde kalacaktır. Gerçekten de Yön, ülkenin kendine bir yön arayışı içinde bulunduğu bir askeri darbe ertesi döneme ait bir dergidir. Bu yönün sınırını T. Aydemir'in çizmesi ile artık derginin de işlevi bitmiştir.

Yön dergisi, o dönemin arayış ruhuna uygun olarak bir serbest kürsü niteliğindedir. Ama yazıları ile bu eyleme katılanların tümü, yukarıda deyinilen utkan gelenekteki asker, sivil ve aydın kadronun, liberalizm rüzgârları altında savrulmamaları için sığındıkları emin bir liman görevini görmüştür. Yön’ün öncülüğünü, “Kemalizm’in iki hatasından birincisi, köylüyü halkın efendisi yapmamak, ikincisi ise devletçilik yerine milli burjuvazi yaratmak oldu”[23] diyerek bir ideolojinin temel öngörüsünü kabul etmeyip de yine onu bütünüyle izleyen kişilik olarak örnek oluşturan D. Avcıoğlu yaptı. “27 Mayıs gerçek, ama yarım kalmış bir ihtilaldi, ama kitlelerle ilişki kurulup demokrasi yolunda darboğazlar aşılacağına çok büyük beceriksizlikler ve yanlışlar yapıldı”[24] diyerek siyasi romantizmin ilginç örneğini oluşturan bu anlayışı M. Soysal şu şekilde onaylıyordu: “Azgelişmiş ülkelerde milliyetçilik, ileri güçlerin, aydınların, işçilerin, öğretmenlerin, memurların, bütün zinde kuvvetlerin uyanışı ile başlamış ve dış kapitalizmle işbirlikçilerini denetim altına alabildiği sürece yürümüştür”[25]. Genellikle kaypak yapıdaki küçük burjuvaları da içine alan kesim için “zinde” kuvvetler tanımlamasını getiren İ. Selçuk yine de güçlerin tanımlamasını en açık bir biçimde yapan İ. Soysal'ın eline su dökemezdi: “Bütün ilerici ve zinde kuvvetlerine düşen iş, ülkenin en güçlü, en organize ve en güvenilir kuruluşu olan ordunun etrafında kenetlenmektir”.

Romantik Radikalizm

Yön'cülere göre tarih, onu yapanların yanlışları ile doludur. Gerçekte tarih bir yanlışlar manzumesidir. Burada tarihin yanlış/doğru oluşunun insan iradesi dışında bir nesnellik olduğu düşünülmez. Toplumsal olgularda yanlış yada doğrunun göreceli olduğu ve sınıfsal öz taşıdığı hiç akla gelmez. Kendi geleneğini İmparatorluğun yıkılışındaki hüzne bağlayanlar için bunun karşılığı, ancak siyasi romantizm olabilir. Ne var ki, bu tür bir yaklaşım, tarihten ders almak istemeyenlere özgüdür. Bu D. Avcıoğlu'nun, Kemalizm’in yaptığı tarihsel yanlışlarını dile getirişinde görebilir: “...Birincisi, dış düşman kovulduktan sonra, Türk köylüsünü ağa, eşraf ve tefeci baskısından kurtararak, onu gerçekten milletin efendisi yapacak köklü toprak reformu gerçekleştirilmedi. Ağa, eşraf ve tefecinin ekonomik ve kültürel baskısı altında devrimci ve Atatürkçü Türk köylüsü yetiştirme amacını güden eğitim çabalarının boşa gideceği düşünülmemişti...”[26]

Düşman yurttan kovulmuştur, ama Türk köylüsü, ağa, eşraf ve tefeci baskısı altındadır.[27] Köylü milletin efendisi yapılamamıştır.[28] Köklü toprak reformunu gerçekleştirememiştir.[29]

D. Avcıoğlu, M. Kemal’in “Köylü milletin efendisidir” sözünü tutmadığını ve köylüyü milletin efendisi yapmadığını söyler. Köylünün durumu iyileşeceğine daha da kötüye gitmiştir. Buradan şu sonuca varır: Ekonomik bunalım sonucu tarım ürünleri çok düşmüş, buna karşın köylü, devletin öğretmeni, memuru, vs. için bedel ödemek durumunda bırakılmıştır: “... Köylü ve kasabalı, öğretmenin maaşı dahil, ilkokul giderlerini karşılamak zorundaydı. Bu ağır yükü taşıması kolay olmayan fakir köylü ve esnaf okul da öğretmen de istememiştir. Jandarma ve tahsildar baskısı da eklenince, bir kısım eşrafın ve halk çoğunluğunun ilerici kadroya neden karşı olduğu daha kolay anlaşılır ...”[30]

D. Avcıoğlu’na göre Kemalistlerin yaptığı ikinci yanlış, seçilen ekonomik politikada olmuştu. Devletçilik seçilmemişti. Bunun yerine milli burjuvazi yaratılma yoluna gidildi:[31] “...İkinci yanlış, seçilen ekonomi politikada olmuştu. Türk geleneği ve koşullar devletçiliği zorunlu kılıyordu. Oysa milli bir kapitalizm kurulmaya çalışıldı. Çok kısa bir süre uygulanan devletçilik ise küçümsenmeyecek başarılarına karşın, esas itibarı ile kapitalizmi güçlendirme aracı oldu...” [32] Radikallerin gerçekçilikten uzak romantik değerlendirmeleri bunlarla kalmaz. Savundukları politikalar iflas ettirilmiştir; bundan sonra devletçilik uygulaması getirilmiş ise de, hiç bir şeye değil, ama kapitalizmin gelişmesine katkı yapmıştır. Yabancılar ile tatlı işler çevirme peşinde olan kompradorlar, devletçilik döneminde daha da zenginlemiştir. Henüz batılı anlamda sınıflar yoktur, ama üretim araçlarını elinde tutan, bu sayede emekleri sömürülen sınıflar vardır.[33]

Aynı romantik tavır, M. Soysal’da daha çarpıcı gözlenir. Ama M. Sosyal’de bu romantizm, D. Avcıoğlu'na kıyasla çok daha gerçekçi temellere oturur: “...Cumhuriyeti kuran kadro için ilk göze çarpan, geniş köylü kitleleri ile olan bağlantı eksikliğidir. Şehir ve kasabalardaki eşraf, bu bağlantıyı ancak bir dereceye kadar sağlayabilmekteydi...” [34] Kasaba eşrafı ile öncü kadro arasında işbirliği, köylülerle bağlantıyı kurmak bir yana, onun büsbütün uzaklaşmasına yol açmıştır. Çünkü eşrafın menfaati, ticaret yolu ile sömürdüğü köylünün geri kalmasındadır. Bunlar, devrimcilerle köylülerin arasının açılması için elinden geleni yapmaktadır:“...Köyü kalkındırmak için öncü kadro çevresinde zaman zaman ortaya atılan köklü çözümleri baltaladılar, öncülere köylüyü gerici ve devrim düşmanı diye tanıttılar. Bu, Cumhuriyet devrinin ilk büyük yalanıdır ...”[35]

M. Soysal’a göre, M. Kemal liderliğindeki öncü kadronun kitlelere inememesi için hiçbir sebep yoktu, ama etraflarını çeviren ve kendilerine yapışan öbür kadro ile uzlaşmaktan başka çaresi olmayan, yetersiz güçteki eşraf ve komprador temsilcileri, iktidar devrimcilerin elinde kalmakla beraber tek parti saflarına ve meclise girmişlerdi.[36

Radikallerin Ekin Kaynakları

Yön dergisi çevresinde toplanan radikallerin Kadrocuların temsil ettiği “sağ radikallerden” farklı bir bakış açısı olduğunu söylemek gerekir. Ama bu bakış açısı onların sınıfsal konumları kadar, sınıfsal tutumları ve görüşlerinin farklı kapıya çıktığı anlamına gelmez.

1908 ayaklanması ile İttihatçılar, devlet yönetimini bütünü ile ele geçirir. Ama kendi sınıfsal konumlarının ne olduğunun farkındadır. Aynı zamanda siyasal iktidarın ile toplumsal ve ekonomik devrimi gerçekleştirmeksizin sonuca ulaşamayacağına bilirler. Yönetimde kalabilmek amacıyla, güç arayışı içine girerler. O sıralarda, balkanlarda emperyalist güçleri ilgilendiren sorunlar vardır. Bu konuda onlara işbirliği önerilir. Ama gelişmeler, artık Osmanlı’nın birliğinin dağılması yönündedir. Bu birliğin sağlanması için ulusal düzeyde toparlanmış güç oluşumu olmadıkça ve güç dengesinin dış dinamikler tarafından belirlendiği ölçüde İttihatçılar için Pantürkizm veya Panislamizm gibi hayaller peşinde koşmaktan başka yapacak bir şey yoktur.

Osmanlı’nın dağılışı ile ortaya çıkan tablo tümüyle farklı olanaklar sağlayacaktır. Başta M. Kemal olmak üzere, Cumhuriyetin öncü kadrolarını oluşturanlar, Osmanlı yönetiminin en üst kademesinde bulunanlardır. Batılı askeri ve sivil eğitim almışlardır. Batı ile ilişkilere girmişler, elçiliklerde görev almışlardır. Batılı değerleri yakından bilirler.

Bu durum, onların eyleminde, Batılılar için büyük güvence kaynağı oluşturur. Daha ilk başta, bu değerlerle hareket ettikleri görülür. Koşulların uygun olması ile harekete geçerler ve Anadolu’nun dört bir yanında yerel eşraf gruplarının bütün Anadolu'da yayılmacı yabancı işgaline karşı direnişlerine katılırlar, onların bir araya gelmeleri sağlanır. Bu örgütlenmenin yerel niteliğini ulusal düzeye taşımak, onlara yerel cemaat menfaatlerinin ulusal çıkarlar ile bütünlüğünü anlatmak, ayrıca bu ulusallaşma sürecinin mutlaka Büyük Güçlerden biri ile uzlaşma içinde gerçekleşebileceğini anlatmak gerekmektedir.[37]

1950 yılında olup bitenler, bu ittifak içinde temsili niteliğe sahip yüksek bürokrasiyi şaşkınlığa uğratır. İktidarın bu kadar kolay teslim edilmesini bir türlü anlamak istemez ve karşı çıkar. Askeri darbe teklif edilir. Reddedilir. CHP’ iktidarı burjuvazinin kendi elleri ile büyütüp geliştirdiği kesimine teslim eder.[38]

Ama çok fazla beklemeye gerek kalmayacaktır. Asker, sivil ve aydın kesim, 27 Mayıs hareketini coşkuyla karşılar. Bu harekete yürekten katılır. 27 Mayısın ilk dönemlerinde bu kesim, kendi konumlarını sağlamlaştırmak için genel oy ve çok partili sisteme karşı her türlü önlemi meşrulaştırma peşine düşer. Bunu da, en başta yeni Anayasa düzenlemeleri ile meşrulaştırma yoluna gidilir. İlk adım olarak, demokrasi adına gerekli olduğu ileri sürülen Senato uygulamasına geçilir. Gerçekte bu meclis, İngiltere'de Lortlar kamarasına özgü ve üniversite bitiren okumuş kesimin katıldığı bir seçkinler topluluğudur. Yine, sivil demokrasiye karşı oluşturulan güvensizliğin dile getirildiği, eski döneme duyulan özlemin dışa vurulduğu sayısız girişimlere tanık olunur. Devlet örgütünü, politikacıların karşısında dokunulmaz kılmak için önlemler getirilir. Anayasal kurumlar olarak ileri sürülen bu tür antidemokratik yapılaşmalar arasında, devlet şurası, askeri şura, milli savunma şurası, yüksek hakimler şurası, milli banka gibi öneriler, sivil hükümet yetkileri üzerinde düşünülen anayasal kurumlar olarak getirilmek istenir. Getirilecek mekanizmalar ile bürokrasi, hem kendisi ile ilgili, hem de uzmanlığı ile ilgili konularda sözü hükümete bırakmayacak, aksine, onlara yol gösterme ve gerektiğinde çeki düzen verme yetkisini elinde bulunduracaktı.[39]

Hayalci Radikaller

Yön hareketine esas olarak D. Avcıoğlu ve M. Soysal vermiştir. Bunun dışında kalanlar, kimi zaman Yön’ün geleneksel “açık kürsü” niteliği dolayısı ile yazarlar. Esas itibarı ile ait oldukları diğer siyasi harekete ait görüşlerin yaygınlaşması amacı ile bu dergiye yazı gönderdiği de olur. Yön çizgisine pek uzak olmayan bu yazıların yayınlanmasında da hiçbir sakınca görülmediği anlaşılıyor. Bu gibi yazarlar arasında, S. Aren, M. Belli, vs. örnek gösterilebilir. B. Boran’ın bile Yön dergisinde yazılarının yayınlandığı görülüyor. Bu kuşkusuz, Yön’ün gerçekten açık kürsü niteliğinde olduğunu yansıtır. Ama Yön hareketi içinde yer alan ve Yön görüşleri doğrultusuna olan bazı görüşler var ki, Yön’ün niteliğini sergilemesi açısından değinmeden geçmek mümkün değil.

Dönemin siyasal yaşamının renkli simalarından T. Güneş, Kemalistlerin oluşturduğu sisteme açıkça adını koymaktan çekinir, ama bunun yerine rejimin bazı gizli hastalık1arı olduğunu söyler ve ilerici olan kadroların, daha sonra tutucu tavır aldıklarını, yeni yetişen nesillerin ise bu kadrolar gibi idealist olmadığını ileri sürer ve bundan yakınır: “...Kurtuluş savaşını başarıya ulaştırmış olan genç inkılâpçılar kadrosu, diğer bir deyimle CHP'nin üst kademeleri, (1930'lu yıllardan sonra ) yaşlanmışlar ve muhafazakâr bir ruh sahibi olmuşladır. Tek parti devrinde bir kadro potansiyeli olarak kıymet ifade eden parlamento bu ihtiyarlamaya maruz kalmıştır....”[40] Aynı şekilde, gerçeği görmek istemeyen, tarihin yapanların büyük devlet adamları olduğunu düşünen C. Tanyol, bu konuda M. Kemal’i şu şekilde savunuyor: “...toplayıcı lider M. Kemal, devletin adını değiştirdiği zaman yorgun ve yalnızdı, (çevresindeki) devleti çürüten kadro, “halkçılık” adına halka baskı yapmak ve “devletçilik” adına ise devleti soymak olan kadrolar vardı...” C. Tanyol, “Parazit Kadro”.[41]

Yön’cülerin belirgin biçimde Batılılaşmak fikrine karşı çıktığı görülüyor. O dönemde Kemalist düşünceden kaynaklanan bağımsızlık düşüncesi çok yaygındır ve bu, hemen hemen bütün radikal kesimde ortak temadır. Bu düşünce, gerçekte Kemalist düşünce anlayışı içinde olduğu kabul edilen emperyalizme karşı yanı ile ele alınır. Bu açıdan Batılı anlayışın benimsenmesi güçtür. Batılılaşma, devlete pahalıya mal olmuştur. Yön’cüler, bunu çeşitli kez dile getirir. T. Timur, bu anlayışın dogmatizme yol açtığını savunur: “...Bir buçuk yüz yıldır kalkınma çabalarınızın Batılılaşma fikre ile ifade edilmesi, aydınlarımızda bir nevi dogmatizm ve fikri kısırlık yaratmıştır...”[42]

Sovyetler de bir anlamda batılıdır Yön’cüler için. Bir anlamda, H. Ulman için, ülkenin Batı’ya bağlı kalmasının nedeni Sovyet tehdididir:[43] “...Sovyetler birliğinin takındığı uzlaşmaz tavır yüzünden, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak isteyen bir devletin, günün tek kudretli ülkesine, ABD’ye yanaşmaktan başka seçeneği kalmamıştı...”[44]

Yön Bildirisi

Yön’ün çizgisi, kuşkusuz öncülerinin görüşleri doğrultusunda belirleniyor. Bunun dışındakilerin yazdıkları, öncü kadronun yazdıklarından çok farklı değil. Ama yine de bütün yazarları birleştirdiği düşünülebilecek bir belge var. O da Yön bildirisi. Bu bildirinin bütün yazarları bağladığını ve Yön eylemini tanımladığı düşünülebilir:

Yön bildirisinin, toplumun çok zor sorunlar ile karşı karşıya kaldığı bir dönemde, kendisine bir yön aradığı sırada yayınlandığı söylenir. Görüşlerini bir bildiri ile açıklamayı düşünenlerin amacı, sorunları çözmekte faydalı olacak olumlu tartışmalara yol açmaktır.

Hızlı kalkınma, bütün sorunların temelinde yatar. Atatürk devrimleri hızlı kalkınma ile gerçekleştirilir.“...Atatürk devrimleri ile amaç edinilen çağdaş uygarlık... ancak hızla kalkınmakla olur...” Batılılaşma hedefi, somuttur, yani ancak Batı seviyesinde bir üretim yapılabildiğinde elde edilebilir. Düşük üretim ile işsizlik ve yoksulluk önlenemez.

Toplumun önde gelen kesimleri, öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idarecilerdir. Bu kesimler, bir kalkınma felsefesi üzerinde anlaşmalıdır. Bu kesim, özellikle toplumda şu tespiti yapmalıdır: “...Atatürk devrimleri ile amaç edinilen çağdaş uygarlık... ancak hızla kalkınmakla olur...” Yaşanan ekonomik sorunlar arasında tarımsal üretimin yetersizliği, topraksızlık nedeniyle artan göç, gecekondu ve işsizlik, gençliğin eğitiminin sağlanamamasıdır. İşin en hazin tarafı da, ülkenin kaderini elinde tutan çevrelerin, bu sorunların bilincine varamamış olmasıdır.[45] Kalkınmanın anlamı bütün genişliği ile anlaşılamamıştır. Köklü reformlara girişmeden kalkınmanın başarılı olamayacağı açıktır.[46]

Kalkınma sorunun çözümü, sadece Devlet Planlama Teşkilatı ile olmaz. Ekonomik planların yön kazanması, başarılı olması, ancak Türk toplumuna yön verebilecek durumda bulunan çevrelerin[47] açık bir kalkınma felsefesi üzerinde anlaşmaları ile mümkün olur. Bu da ancak devletçilik ile mümkündür: “...özel teşebbüs ve devlet teşebbüsünü bir arada yaşatan karma ekonomi sistem kalacaktır. Fakat ağırlık merkezi özel teşebbüs olan bir iktisadi sistemin... uygarlık seviyesine ulaştırması mümkün değil(dir)...” Özel sektör, karlılık esasına dayanır. Özellikle az gelişmiş ülkeler için özel sektörü dayalı gelişme düşünülemez. Özel teşebbüsle hızlı gelişme ve sosyal adalet sağlanamaz. Bu nedenle, belirli alanlarda devlet müdahalesi gerekir.

Devletçilik, gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek, sosyal güvenliği gerçekleştirmek, her iki üretici ve tüketici kesiminin, ara tabakalar tarafından ezilmesini önlemek, bölgesel dengesizliği kaldırmak için de önemlidir.

Sendikaların güçlenmesi, ağaların yerini kooperatiflerin alması, modern devletçiliğin ödevidir ve bunlar, ancak devlet müdahalesi ile yapılabilir. Ülke kaderini çeşitli kesimlerde elinde bulunduranların düşüncelerini ortaya atarak ortak bir görüş çevresinde birleşmeleri gerekir.


______________________
[1] M. Ragıp Esatlı, İttihat ve Terakki, Hürriyet Yay. Tarih Serisi, s. 463.

[2] Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, II. Cilt, Adam Yay., s. 213.

[3] Aktaran, Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları, Cumhuriyet Yay. S. 137.

[4] K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yay., s. 30.

[5] Bülent Tanör, a.g.e., s. 132.

[6] Mustafa Kemal, devrim sırasında Selanik’teydi. Ona sempati duyan bir biyografi yazarı, Mustafa Kemal’in olaylara hiç de uzak olmadığını söyler: “Bu devasa olaylarda Mustafa Kemal’in rolü belli değildir. Ama Selanik devrimin başarısını ilan etiği otelin balkonunda Enver Paşa’nın arkasında yer almaktaydı. http://www.antikapitalist.net/makale/turkiye/83_ksdden_1908-devrimi.htm

[7] Lothar Rathmann, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi, Gözlem Yay., s. Çev. Ragıp Zaralı, s. 150.

[8] Lothar Rathmann, a.g.e., s. 99.

[9] Bülent Tanör, a.g.e., s, 22.

[10] Sina Akşin ve diğerleri, Osmanlı Tarihi, II. Cilt, Milliyet Yay. S.205.

[11] Sina Akşin ve diğerleri, a.g.e., s. 146

[12] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme - Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili, http://www.marksist.com/elif_cagli/BF_1_bolum.htm

[13] Çetin Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karacan Yay., Şubat 1982, s. 86

[14] S. Süreyya Aydemir: Tek Adam: Mustafa Kemal, C. III, 1922-1938, 16. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1966, s. 364.

[15] Çetin Yetkin, a.g.e. s. 232.

[16] S. Süreyya Aydemir, a.g.e.,[17] S. Süreyya Aydemir, a.g.e., C. I, 334.

[18] BYTURK > Eğitim Dünyası > Ödev Arşivi > Kitap Özetleri - Falih Rıfkı ATAY, ATATÜRK’ün Bana Anlattıkları, "http://www.byturk.us/ataturk-8217-un-bana-anlattiklari-t94150.html?s" = a1530604fa35bb7f3074c88626106c37&p=334398

[19] S. Süreyya Aydemir, a.g.e., C. I, s.370.

[20] Bu konuda bir başka tanıklık, Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, TİMAŞ Yayınlarından 1990 yılında neşredilen "Son Bozgun" adlı araştırmasının birinci cildinde, F. Çakmak`ın ağzından Vahdettin`in Mustafa Kemal’i Anadolu`ya milli mücadeleyi başlatması için gönderdiğini yazar. Bu tanıklığa göre, Vahdettin, F. Çakmak’a M. Kemal’in neden önerilmediğini sorar. Verilen yanıt, M. Kemal’in Cumhuriyet taraftarı olduğudur. Bunun üzerine Vahdettin, pencereye yaklaşır İtilaf devletlerinin gemilerinin sıralandığı limana bakarak, "Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim” der.

Böyle bir tanıklığın doğruluğu kuşku götürür olsa da, o dönemde aklıselimin galebe çalacağı, Vahdettin bile olmasa, vatanını seven devlet ricalinin o zamana kadar düşman çizmesi görmemiş işgal altındaki İstanbul’da idarede hakim görüşü temsil edeceğini düşünmek pek olasıdır. Kaldı ki, Vahdettin’in böyle bir aklıselim sahibi olanlar arasında yer aldığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunmaktadır. Ama bu konuda daha açık belge var ise, bunların tüm araştırmacıların dikkatine sunulmasında da hiçbir sakınca yoktur.

[21] S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yay., s. 1231.

²Siyasi içerikli olan Yön'ün T. Aydemir konusunda uyarılması ve daha sonra kapatılması ilginçtir. Derginin kapatılmasına gerekçe olarak C.H. Taray imzalı yazı gösterilir. Bu yazı, T. Aydemir eyleminin ikinci gününde yazılmıştır ve yazıda, “bu olayların yenilerinin takip edeceği” söylenmektedir. Ancak açık tehdit niteliğinde olmamasına rağmen bu yazı nedeniyle dergi sadece iki sayı kapatılır.

[23] D. Avcıoğlu, “Cumhuriyetin 42. Yılı” Yön, sayı 35. s. 3.

[24] M. Soysal, “Karşı İhtilal”, Yön, sayı 41, s.20.

[25] İ. Selçuk, “Milliyetçiliğin Temelleri”, Yön, sayı 49, s. 5

[26] D. Avcıoğlu, Yön, sayı 35.

[27] Oysa aynı ağa, eşraf ve tefeci kesim, ulusal kurtuluş savaşının ilk örgütlenmelerini yapan kesimdir. M. Kemal, Sivas ve Erzurum’da, bu kesimin oluşturduğu ulusal direniş cemiyetlerine seslenir, onların bir araya gelmesinde öncülük yapar.

[28] D. Avcıoğlu, bir köylü toplumu olan Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında tarım ve ticaret burjuvazisinin sermaye birikimini köylülüğün sömürülmesi ile sağlamakta olduğunu göremiyor. Sömürülen köylülüğün milletin efendisi olması nasıl mümkün olabilir? Gerçekte, bu sömürüyü bizzat kendisi şahit olur; ama romantik yaklaşımı, bunu tarihin bir yanlışı olarak değerlendirmesine yol açar: "Geç kapitalizmin gelişiminde geç kalmış olmanın gözü dönmüşlüğü ile köylülüğün sömürüsü, Osmanlı dönemini aratmayacak ölçüde artmıştı. Toprak ağaları ile ittifak yapıldı; o zamana kadar toprak ağalarından aşar vergisi kaldırıldı. Devletin gelirleri azaldı. Halka sağlanacak en temel eğitim hizmetinin yükü de köylünün omzuna bindirildi. Zaten iyice yoksullaşmış köylü çiftini çubuğunu bozdu."

[29] Toprak reformunu yapmak bir yana, 1924 Anayasasına özel mülkiyetin güvencesini sağlayan 74. Maddenin eklenmesi ile toprak reformu imkânı ortadan kaldırılacaktı: “Kemalistler ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma, toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldıkları bir partinin, Halk Partisi’nin kurulması ile tamamlandı.” F. Ahmet, a.g.e., s.112.

[30] D. Avcıoğlu, Yön, sayı 137. sayı 3.

[31] Türk geleneği ve mevcut koşulların devletçiliği zorunlu kılıyor demesinde bir gerçekçilik var ve nitekim bu gelenek, Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi, sonrasında da uzunca dönem kapitalizminin yakasını bırakmadı. Sonuçta, her iki kesim de, birbirleri ile uyumsuz ve ikisi için de fayda getirmeyen bir zoraki birliktelik içinde olageldiler. Oysa İktisat Kongresi ile Batıya izlenecek ekonomi politika konusunda güvence verilmiş, bunun ardından Batılılar ile anlaşma sağlanabilmişti. Ama kurtuluş savaşını veren komutanlar, şimdi devletçiliği değil, ama milli burjuvaziyi oluşturma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmıştı.

[32] D. Avcıoğlu, Yön, sayı 35.

[33]Bu değerlendirme ilginçtir. Bir taraftan gelenek, devletçilik uygulamasını gerektirir, ama iç ve dış koşulların artık bu geleneğe uygun olmadığı akla gelmez.

[34] M. Soysal, Yön, sayı 40.

[35] M. Soysal, a.g.e.

[36] Tam tersine, öncü kadronun köylü kesime inmesi için bir neden yoktu. Nitekim inmemiş, yalnızca jandarmasını göndermiştir ve köylü, yığınsal olarak bundan kurtulmak için, “denize düşen yılana sarılır” deyişinde anlatıldığı gibi yığınsal biçimde DP iktidarına yönelmiştir. Bunun gerçekte geleneksel bir nedeni de var. Tıpkı Osmanlı ve Bizans sistemlerinde olduğu gibi Anadolu, “askeri tımarların”, “devlete bağlı derebeylerin” insafına terkedilmiş, merkezi devlet otoritesi, bu derebeyiler aracılığı ile kurulmuştu. Osmanlı tarihi, bu derebeylerin yaptığı zulüm altında başkaldıran “köylü isyanları” tarihi olmuştu. Bu geleneği öncü kadronun bozması mümkün değildi. Ayrıca buna gerek de yoktu. Osmanlı geleneği, Anadolu’da ekonomi ve askeri hayatı birleştirmişti. Öncü kadroya gerekli olan asker de, mali destek de şehir ve kasaba eşrafından sağlanacaktı. Nitekim M. Soysal’ın da belirttiği gibi, bu alan, yani köylünün ekonomisi ve askeriyesi, eşrafa aitti. Öncü kadro da geleneğe uydu ve askerini, ununu veren kurtuluş mücadelesinde eşraf ile olan ittifakını bozmadı.

[37] Feroz Ahmad, "Modern Türkiye'nin Oluşumu", Sarmal Yayınları, Ekim 1995, s. 108. [38] S. Yerasimos, bu görev değişikliğini "Emperyalizmin Türkiye'ye Geri Gelişi" diye yorumlayarak Yöncülerin görüşüne katılır. Peki, neden geri gelmiştir sorusuna Yerasimos, iç dinamiğin etkisini öne çıkartır: Burjuvazi, bürokrasi aracılığı ile salt kendi halkını sömürerek gerekli sermaye birikimini yapamaz. Kapitalist yoldan kalkınmanın başvuracağı tek çare vardır: yabancı sermaye ve yabancı krediler. S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yay. s. 1340. Bu değerlendirme ne yazık ki, olayların gelişimi ile doğrulanmıyor. Emperyalizmin geri gelişinin Sovyetler Birliğinin 2. paylaşım savaşından büyük bir zafer ile çıkması ve sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ortaya çıkması ile ortaya çıkan yeni dengeyi açıklayamıyor. Türkiye'de burjuvazinin tek başına iktidarı boşuna değil. Emperyalistler, soğuk savaş hazırlıklarına girişir; bu politika içinde Türkiye, Sovyetler'in güney komşusu olarak hayati öneme sahiptir. Bu arada Mart 1950'de İtalya, Türkiye'yi NATO'ya girişi için ikna eder. Ama İtalya aceleci davranmaktadır. Sovyetler birliğinden aldığı yardımla kurtuluş savaşını veren bir kadro iktidardadır ve bu yönetim ile Sovyetlere işbirliği pek akıl kârı değildir. Mayıs ayı içinde CHP hükümeti NATO'ya giriş için başvurur. Reddedilir. Aynı ay içinde CHP seçimlerde iktidarı kaybeder. Emperyalistler, İtalya gibi acele etmemekle çok kârlı çıkarlar. Türkiye, birçoğu geri dönmeyen 5 bin askerini Kore'ye gönderir. Yeni hükümete, canla başla Türkiye'nin komünizm tehlikesi altında olduğu ezberi yaptırılır. Sonuçta neredeyse tüm Türk ordusu NATO'nun emrine sokulur.

[39] Yön eylemi, Türkiye koşullarından bakıldığında, “radikal sol” eğilimli olarak değerlendirilmesi pek çok sakınca taşır. Gerçek “sol” kesim, yani yaşamlarını “alın teri” ile kazananlar adına hiç bir farklı talepte bulunulmadan, yalnızca mevcut statükoya karşı duyulan rahatsızlığın dile getirilmesini “radikal” sol olarak nitelendirilmek, Türkiye’ye özgü garipliklerden bir başkası olsa gerek.

[40] T. Timur, Yön, sayı 11.

[41] Yön sayı 80, sayı 6.

[42] a.g.e.

[43] Yön’de böylesine basit dış politika çözümlemeleri ile sağcı düşünceye taş çıkartacak yazılara yer verildiğine bakılarak, Yön’ün çizgisinin sınırlarını belirlemek güçleşmektedir.

[44] H. Ulman, Yön, sayı 26.

[45] Tam tersine, bütün bunlar, kapitalizmin sağlıklı bir biçimde gelişmesini sürdürdüğünü gösteriyor. Tarımın artan ihtiyacı karşılamaması – yani tarımsal üretimin düşmesi veya tarımsal ürün fiyatlarının göreceli olarak düşerek tarımda çalışan nüfusun iş aramak için kentlere göç etmesi, kapitalist gelişimin işgücü gereksinimini karşılaması için en zorunlu olan gelişmelerin başında oluyor. Tarımın ihtiyaçları karşılayabilir olması için, tarımsal üretimin normal sürdürülmesi, yani tarımda mevcut yapının korunması demek olur ki, bunun olmasını kapitalistin işine gelmez. Ucuz işgücü ordusu oluşturulması ile bütün bu sayılan olumsuzlukların ortaya çıkması, kapitalist gelişme mantığının kaçınılmaz sonucu olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Kapitalist ilişkiler içinde artık işgücü, bir meta durumuna gelmiştir. Bu metanın fiyatının rekabet ilişkileri içinde belirlenmesi kaçınılmazdır. Bu rekabette, kapitalistin elindeki en büyük koz, işsizliktir. En gelişmişinden en geri kalmışına kadar, işgücü pazarının kapitalistler lehine olmasını sağlamak amacıyla işsizliğin sürekli kılınması zorunludur.Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Kapitalistler için tarımsal çözülme ile köylünün topraksızlaşması arasında hiçbir ilişki olmadığına değinmek gerek. Gerekli olan, burjuvazinin ekonomiye egemen olmasıdır. Böyle olduğunda, tarım ile sanayi ürün malları fiyatlarının belirlenmesi aracılığı ile tarımda istenilen düzeyde çözülmenin sağlanması mümkündür. Bilindiği gibi, dünya tarım pazarları, tekellerin güdümündeki borsalar aracılığı ile yürütülür. Aynı şekilde, uluslararası borsalara yakından ilişkili ulusal borsalar vardır. Kapitalist sermaye için ucuz işgücü temini gerektiği dönemlerde, belirli tarım alanlarında bunalım yaratarak bu çözülmeyi hızlandırması mümkündür. Bunun için tarım topraklarının nesilden nesle gelen parçalanmasını beklemesine gerek yoktur. Bir anda söz konusu bir veya birkaç tarım alanında büyüklüğü ne olursa olsun, bütün tarım üreticileri aç kalır, kentlere göç eder.

[46] Kuşkusuz, bu koşullar altında köklü reformlardan bahsetmek anlamsızdır. Bütün kapitalist ülkelerde, gelişme döneminde böylesine sefalet gözlenmiştir. Kapitalizm mantığı içinde kalındığında çok doğal, hatta sağlıklı bir gelişme olan göç ve işsizliğe karşı köklü reform yapılmasını istemek, çok havada kalan laflar olur.

[47] Yön’cüler, “zinde güçler”, vs. olarak tanımladıkları bu kesimler arasında işbirliğinin yokluğundan şikâyetçiler. Gerçekte, sınıfsal temelden yoksun olmaları, “topluma yön verebilecek kesimlerin” yalnızca görünürde bu güce sahip olduğunu, yön verecek gücün ise bu kesimin dışındaki egemen kesimde olduğunun farkında bile değiller.Geri