Bölüm VI

Türkiye İşçi Partisi


“Türkiye sosyalizmi, işçisi köylüsü, zanaatkârı, küçük esnafı, arkasız memuru, namuslu aydını, toplumcusu ile bütün emekçi sınıf ve tabakaların iktidarını öngörür. Sosyalizmi kuracak olan iktidar, bir tek emekçi sınıfın iktidarı olmayacak, bütün emekçi sınıf ve tabakaların demokratik iktidarı olacaktır. Türkiye sosyalizminin birinci özelliği budur.” M. A. Aybar, Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm, Gerçek Yay. Şubat 1968, s. 611.

Türkiye İşçi Partisi, 13 Şubat 1961 tarihinde kuruldu. Türkiye İşçi Partisi’nin 1961-71 dönemindeki faaliyeti ile Türkiye’nin son yüz yıllık işçi sınıfı tarihinin en önemli siyasal eylemini oluşturur. Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfı eylemi içinde yarattığı etkiler kadar aynı zamanda çektiği tepkiler ve ona karşı yapılan eleştirilerle de tarihe geçer. Kuruluşuna kadar olan siyasi örgütlülük içinde işçi sınıfı içinde en fazla taraftar bulan sınıf partisi olur. Kapatıldığı tarihten sonra geçen bunca zaman bu gerçeği değiştirmez. Kuruluşunda, önceki komünist partiler geleneğinden devraldığı miras tartışmalıdır, ama tartışmasız olan bir gerçek şudur ki, kendisinden sonraki bütün hareketlere mirasını devreder. Günümüzde hala daha ayakla kalan, ona olan bağlılığını koruyan kadrolar var olduğu gibi, kendisini işçi sınıfı siyaseti içinde gören her türlü örgütlenme içinde bu eylemin mirası görülür. Faaliyetini sürdürdüğü on yıl boyunca, kendisine karşı Parti içinden ve dışından yapılan ve hiç de hafife alınmayan saldırılara direnir, ayakta kalır. Parti ve Partililer, sistematik bir baskı ve yıldırma çemberi altındadırlar. Ancak Partinin kapatılması, egemen kesimlerin her şeyi göze alarak yaptığı saldırı sonucu mümkün olur.

Türkiye İşçi Partisi, kuruluşu ile birlikte, Türkiye’de ilk kez ve açık yüreklilikle, Marksist düşünce anlayışını yerleştirir. O döneme geri dönüp bakıldığında, bunun çok önemli bir adım olduğunu kabul etmek gerekir. Uzun zamandır her türlü özgür düşüncenin yasaklandığı ve baskı altına alındığı dönemden çıkılmış, yeni ve göreceli özgür bir ortama geçilmiştir. Ama böyle bir ortamda bile özgür ve özellikle de Marksist düşünce anlayışına yapılan baskı ve saldırılar eskisi gibi sürmektedir. Osmanlı toplumunun ezeli düşmanı olan kuzey komşusunda sosyalist toplumun kuruluşu, başlarda onun gibi yeni oluşum sürecine giren Türkiye’de çok sıcak karşılanmış ve Bolşevizm, Türk topraklarında kendine umulmadık bir sempati ve taraftar bulmuştu. Gerçekte Rus Çarlığı’nın ezeli düşmanı Bolşevikler, bir anda bu tarihsel düşmanlığı komşuluk ilişkileri içinde dostluğa dönüştürmesini bilmiş ve yeni Cumhuriyet’in oluşmasına katkı sağlayarak bunu pekiştirmişti. Sovyetlerin bu kadirşinas tutumu karşılığını görmekte gecikmemiş; Atlantik ötesi akımların etkisine görmeden önce Sovyetler, yeni cumhuriyetin gözünde mümtaz yerini korumayı sürdürmüştü.

Zamanla bu duygular, yerini proletarya devletine karşı tutkulu bir nefrete dönüştürülmesi başarıldı. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş ve gelişme döneminde bu nefret artık çoktandır şiddete ve belki de Parti’nin üstesinden gelmesi gereken en önemli sorun, yoksul kesimde daha da belirgin olarak gözlenen bu anti-komünizmi aşmaktı.

Komünizmi inkâr edip komünizm yolunda yürümek: bu ikilemin çözümü için böyle bir yöntem seçilmişti. Birçok sakıncayı içeriyor olsa da, oldukça faydacı ve kolaycı bir yöntem. Yurdun dört bir tarafında kurulan Parti örgütleri, bir avuç taraftarı ile komünizm suçlamasına karşı durmak, çeşitli kışkırtma, tertip ve fiili saldırılara karşı direnmek durumundaydılar. Parti örgütleri ve partililer saldırıya uğramaktadir; bütün bu saldırı ve yıldırma eylemleri içinde tertipçiler ve güvenlik güçleri elbirliği içindedir.[1]

Türkiye İşçi Partisi’nun kuruluşu ile ilk defa işçi sınıfını temel alan ideolojik anlayış benimsenir. İşçi sınıfı ideolojisi, Parti anlayışının merkezinde yer alır. İşçi sınıfı, kendi ideolojisi doğrultusunda, tüm emekçi kitlelere öncülük edecektir. Bu öncülük, demokratik nitelikte olacaktır. İşçi sınıfının öncülüğü, onun tarihine ve işçi sınıfının bilimine dayanan, temelini bundan alan bir öncülüktür. Parti, yurt ve dünya olaylarını işçi sınıfı bilime açısından ele alır ve değerlendirir. “Bir işçi sınıfının bilimidir gitmektedir! Bu bilimin ışığında vardığı sonuçlara göre parti kendi eylemi için gerekli strateji ve taktiklerini belirler. Bu tanımlamalar, o döneme kadar Marksist görüşün ilk defa böylesine açık ve anlaşılır bir biçimde yapılmasına tanıklık eder. İdeolojik düzeyde getirilen böylesine net tavır, o zamana kadar bu kadar açık bir biçimde dile getirilmemiştir. Günümüze kadar oluşturulan çeşitli Marksist oluşumların hiçbirinde de sosyalist hareketin işçi sınıfının öncülüğünde olacağı hiç bu kadar belirgin dile getirilmez.[2]

İşçi sınıfı ideolojisi ve öncülüğü benimsenmiştir, ama Parti belgelerinde yer alan bu ideolojik seçim, tam olarak Parti eylemlerine yansımaz. Parti için işçi sınıfının yanı sıra, diğer bütün sınıf ve kesimleri kapsayan ve burjuva demokrasisi sınırları içinde kalınarak çözümü gerektiren Anayasal haklar, demokrasi ve özgürlük sorunları vardır. Parti, bu çalışmalara ağırlık verir. Parti, işçi sınıfı öncülüğü konusunda muhalefete geri adım attırmıştır. Anayasal hakların korunması ve geliştirilmesi, demokrasinin sağlanması Partinin temel uğraş alanları arasına girer. Bu hakların korunması, aynı zamanda işçi ve emekçi kesimlerin de yararına olacaktır. Toplumun geniş ilerici kesiminde asıl yapılması gereken mücadele biçiminin bu olduğu görüşüne kendine kaptıran partide, işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren sorunları ikinci planda kalır. Demokrasi mücadelesi öne çıkartılır. Bu konuda geniş bir kesimi ulaşmak, Partinin kitle tabanını yaygınlaştırmak, işçi sınıfının doğal müttefiklerine seslenmek için, parlamenter çalışmalara ağırlık verilir. Oysa işçi sınıfı içinde kitlesel direniş ve kalkışmalar görülmektedir. İşçi sınıfı, bu kitlesel hareketler içinde partisinin öncülüğünü görmek istemektedir.

Türkiye İşçi Partisi, kuruluşu ile ilk defa yasal ve merkezi yapıda disiplinli örgüt kavramını getirmiş ve sosyalist hareket içine bu anlayışı yerleştirmiştir. Partinin kuruluşuna kadar olan süreç içinde, işçi sınıfı örgütlerinin kimi zaman kısa ömürlü, kimi zaman Parti örgütü niteliği dışında, dernek, birlik, vs. biçiminde, çoğu zaman yasadışı yapıda, kimi zaman da faaliyetini ülke dışına taşımış varlığı belli belirsiz düzeyde olduğu görülür. Türkiye İşçi Partisi, daha başından başlayarak askeri darbe ile kapatılmasına kadar demokratik merkeziyetçi ilkesine göre faaliyet gösteren, tüzük ve programına ile çizilen ilkeler doğrultusunda ve burada belirtilen ilkelerden hiçbir taviz vermeden işçi sınıfının bilimi[3] doğrultusunda olan bir örgüt niteliğindedir. Faaliyetlerinde temel ilke, parti disiplinidir. Parti disiplini, Partililerin, parti organlarından birinde yer almalarını ve parti programında belirtilen görüşlere uygun davranmalarını gerektirir. Parti disiplinine uymayanlar, partiden çıkartılır. Bu yapısı ile Türkiye İşçi Partisi, tüm işçi sınıfı mücadelesi için temel olan örgüt konusunda çok başarılı bir tablo çizmiştir.

Ama zamanla Parti içi çalışmalarda demokratik merkeziyetçi yapının merkeziyetçi niteliği ön plana çıkar. Bunun nedeni, o zamana kadar parti kurucularının bir siyasi parti deneyimi olmaması kadar, M. A. Aybar’ın karizmatik kişiliği ile bağlantılıdır.[4] Parti disiplinini sağlanması, her türlü anlayışın önüne konur. Parti içinde farklı görüş ve fikirlerin dile getirilmesinde, bunlar tartışılmasında bu merkezi yapı engel olarak çıkartılır. Dile getirilen düşüncelerin niteliği ne olursa olsun, bunların Parti için belli bir noktaya kadar zenginlik olduğu düşünülmeksizin, olur olmaz Tüzük hükümleri çalıştırılır ve Partiden tasfiyeler yapılır. Parti içinde başlatılan tasfiye hareketleri, yeni tasfiyeleri getirir. Parti, örgütsel işleyişin tüzük hükümleri doğrultusunda olması konusundaki çabalar dışında çalışamaz duruma gelir.[5]

Türkiye İşçi Partisi, kuruluşu ile birlikte gerçek özgürlük ve demokrasi konusunda tüm toplum kesimlerinde örnek görüşleri dile getirmiştir. Bu durum, onun aynı zamanda tüm kesimlerin ilgi odağı olmasına yol açmış, işçi sınıfının yanı sıra, özellikle yoksul kesimlerden geniş bir taraftarı kendine çekmiş ve toplumda açık fikirli ve aydın insanların da Partiye kendilerini yakın bulmalarına yol açmıştır.

Kuruluşunun hemen ardından toplumda önde gelen aydınların katılması Partinin çok yönlü ve geniş bir devrimci nitelik kazanmasına yol açar. Bu, aynı zamanda Partiye çok renkli bir görünüm kazandırır. Parti, entelektüel (!) düşünce alanında vazgeçilmez bir uğrak yeridir.[6] Özgür ve çağdaş düşünce anlayışı, Partili olmak ile eş tutulur. Özgün nitelikte yazar ve düşünce adamlarının Partiye yakın olmaları ve Partili olmaları, aynı zamanda Partiye zengin bir ideolojik temel sağlar. Aydınlar tarafından yurt ve dünya sorunları ile ilgili dile getirilen görüşler, artık Parti eylemi ile bütünleşerek somutlaşmış ve bir anlam kazanmıştır.

Ne var ki Partili aydınların, Parti için gerçek bir zenginlik olduğunu söylemek zordur. Aydınların Parti için yapacağı gerçek katkılardan biri olan Parti görüşleri doğrultusunda Parti içi ideolojik eğitim, Parti yayınları, sürekli yayınlar, vs. konusunda Parti’nin yeterli olduğu söylenemez. Partinin düzenli Parti yayını çıkarması her zaman için sorun oluşturur. Parti bilim kurulu, her nedense düzenli ve merkezi nitelikte bir tutarlı bilimsel faaliyet içinde olamaz. Parti için eğitim çalışmaları yapılamaz. Parti içinde zamanla farklı görüş ve ideolojilerde olanların çoğunlukla Parti üyesi aydınların öncülüğünde başlatılması, Parti yönetiminde aydınlara karşı bir soğukluğun oluşmasına neden olur. Partili aydınlardan, parti içi bilimsel çalışma konusunda gelecek herhangi bir etkinlik, böylesi bir muhalif görüşün yaygınlaştırılması doğrultusunda bir çaba olarak görülür ve bu tür önerilere soğuk bakılır.[7]

Türkiye İşçi Partisinin kurulması ve görüşlerini yaymaya başlaması ile birlikte Türk solu, ülke politikasına kendi konumuyla orantısız bir ağırlığa sahip olmaya başlar ve zamanla tüm kamuoyunun gündemini belirlemeye başlar. Kısa sürede solun kendi gündemi, ülkenin ana gündemi durumuna gelir. O yılların sol aydınlarının dergi sütunlarındaki yazılarında ele alınan görüşler, panellerde veya TİP kongrelerindeki tartışmalar, eylem içinde doğan sloganlar çerçevesinde işlenir. Sesini duyurma konusunda oldukça sınırlı olanaklara karşın sol, kısa sürede ülke siyasetinin kelime haznesini değil, ama aynı zamanda tartışma konularını da belirler.[8] “Anayasal haklar”, “Demokrasi”, “Sanayileşme”, “Bağımsızlık”, İkili anlaşmalar”, yabancı sermaye”, “petrol sorunu”, “toprak reformu” ve “sosyal adalet” solun ve aynı zamanda ülke gündemini oluşturan kavramlardır.

Ne var ki, bu kavramlar hızla toplumda benimsenir ve giderek tüketilirken, gerişe bir saman yığını kalmakta gecikmez. Çünkü bunların hiç biri, sınıf tavrı için bir mesaj içermez. İlk ortaya atıldığı döneme göre oldukça radikal nitelikte olan, bu kavramlar, o dönemde yaşanan çok hızlı bir süreç içinde kısa sürede geniş kitleler tarafından benimsenir ve tüketilir. CHP’liler bile artık o zamanın en yaygın olan NATO’ya hayır sloganını benimsemiştir ve kendilerine eylem kılavuzu yapmışlardır.[9]

Demokrasi için mücadele, bir noktadan sona pratik olarak yararsız hale gelir. Zaten, demokrasi için mücadeleyi hedef olarak herşeyin önüme koymak, sınıf mücadelesini saptırmaktır. Sınıf mücadelesi içinde zaten her türlü demokrasi için çaba yer alır. Gerçekte demokrasi için mücadele, burjuva demokrasisinin sınırları ile belirlenmiştir. Bu kimi zaman çok sığ ve dar nitelik kazanabilir. Veya askeri ittifaklara hayır gibi akıntıya kürek çekme anlamında sığlaşır. Ama bu arada da yükselen sınıf hareketine artık yön veremez olur. Bu yükselen mücadelenin işçı sınıfının hanesine olumlu bir katkı olarak yazmak mümkün olmaz.

Yine de Türkiye İşçi Partisinin tüm toplum genelinde siyasi ortama yaptığı bu benzersiz etki, kısa zamanda sonuç vermekte gecikmez. Artık siyasette her alanda esin kanyağı Türkiye İşçi Partisi olur. Önceleri Türkiye İşçi Partisinin bu görüşleri “aşırı” damgasını yemektedir. Ne var ki, Partinin seslenişi kitlelerde taraftar bulur, gündemi oluşturur. Ama burjuva çevreleri ve onların temsilcilerinin gündemi unutturma çabaları sonuç yetmez. Kısa zaman sonra, bütün burjuva politikacılarının da, Türkiye İşçi Partisinin ortaya attığı kavramlar konusunda görüş belirtmeye başladıklarına tanık olunur. Burjuva partileri, elbette ki kendi stilleri ve yaklaşımı ile aynı konulara girerler. Bunlardan İ. İnönü, B. Ecevit, O. Bölükbaşı gibi belli başlı politikacılar, solun gündemini kimi yanlarından deyim yerindeyse tırtıklarlar. S. Demirel ve T. Fevzioğlu gibileri ise bunu reddetmeye çalışsa da beyhudedir.[10] Bu partiler içinde hızlı bir ideolojik yenilenme gerçekleştirilir. Sağ burjuva partileri, Türkiye İşçi Partisinin etkisinde hızla merkeze, merkezde olanlar ise merkez sol eğilime kayarlar. CHP, Türkiye İşçi Partisinin güçlenmesini önlemek için Ortanın Solu görüşünü ortaya atar.[11] Oysa seçim politikalarının popülist yönlendirmesi ile TİP tersi bir yön izler, konumunu yumuşatmakta ve sınıfsal tutumu giderek belirsizleşmektedir.

Kuruluşa Kaynaklık Eden Gelişmeler

Türkiye İşçi Partisinin kuruluşu dönem, tarihsel sürecin çok önemli bir dönemecinde yer alır. Türkiye’de 1950-60 yılları arasındaki liberalleşme sonucunda tam bir ekonomik çöküşün eşiğine gelmiştir. Bu arada dünya çapında sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasındaki rekabet şiddetlenmiş, Küba nükleer başlıklı füze krizi ile dünyayı bir nükleer felaketle burun buruna getiren en uç noktasına ulaşmıştır. Türkiye, karadan, sudan, su altından herhangi bir yerden fırlatılan harp başlıklı füzeler konuşlandırılmıştır. Soğuk savaşın bu tırmanışının en ortasında Türkiye yer almaktadır. ABD, Türkiye’de, çok yönlü kullanılabilen harp başlıklı füzelerle donatılmış durumdadır. Bu füzelerin yerleştirilmesi ise artık sanki iki sistemin bir arada var olamayacağı bir noktaya gelindiği tescil edilmektedir.

Tarihçiler, Polaris füzeleri yanında, ABD’nin hizmetine verilmiş çok maksatlı askeri tesisleri ile Türkiye’nin soğuk savaşı başlatan gelişmeyi tetiklemiş olduğunda hemfikirdirler. Türkiye yakın bir zamanda Batılı güçlerin etkisi altına girmiş, ancak izlediği liberal ekonominin büyük bir hüsran ile sonuçlanması sonucunda ortada kalmıştır ve kendine bir kimlik arayışı içindedir. Bu nedenle, var gücüyle kuzey komşusundan kaynaklanan "komünizm tehlikesi” yaratma peşindedir. Türkiye’de yer alan ABD üstlerinden birinden kalkan U-2 casus uçağının Sovyet topraklarında düşürülmesi soğuk savaşı başlatan somut gelişme olarak kaydedilir.

Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşuna kaynaklık den gelişmelerin tüm dünya çapında çok büyük sıkıntılara yol açak soğuk savaşın başlamasına denk düşmesi tarihi tesadüf müdür?

Her ne şekilde olmuşsa olsun TİP, Türkiye’nin önde gelen işçı sınıfı partilerinin başında yer alır ve o güne kadar şu yada bu biçimde ortaya çıkan, gelişen ve yükselen sınıf hareketinin ön önde gelen somutlanışı niteliğini taşır.

Çünkü sınıf siyaseti, onun öncü gücü olan parti örgütü veya örgüt yöneticileri ve mensuplarından bağımsız gelişir. Kuşkusuz, bununla Parti veya yöneticilerin önemli bir rol olmadığı kastedilmiyor. Ama iki sistem arasındaki mücadelenin tırmanması ve bu sürecin tüm dünyanın kaderini etkileyecek bir döneme denk gelmesi TİP’in kuruluşunu daha anlamlı ve üzerinde durmaya değer kılmaktadır.[12]

1950 seçimlerinde tarım burjuvazisinin temsilcisi olarak iktadara gelen A. Menderes, uyguladığı liberal ekonomi programları ile birkaç sene içinde ekonomiyi çıkmaza sürükler. İzlenen tutarsız ekonomik politikalar, kısa bir zaman sonra hazin bir biçimde sonuçlanır. 1956’da fiyatlar yüzde 39 artar, milli gelir önemli ölçüde azalır. 1958’de ülke “bir nal çivisi ithal edemeyecek” duruma düşer. Devreye OECD girer. “4 Ağustos 1958 Kararları” ile resmi dolar kuru 2.80 kuruştan 9 TL’ye çıkartılır.[13] Bu görülmemiş bir çöküşün tescilidir.

Ama bu durum, ihraç ürünleri 3 katından fazla ucuzlayan tarım burjuvazisi ile aynı oranda ithalatın ucuzlaması sonrasında doğrudan çıkar sağlayan sanayi burjuvazisini karşı karşıya getirir. A. Menderes, akıl hocalarının önerilerine kulak asmamakta direnir, yükselen sanayi burjuvazisinin taleplerini göz ardı etmekte direnir. Sovyetler Birliği ile işbirliğinden dem vurmaya başlar. Türkiye’ye gelen ABD heyeti onu ikna edemez. Böylesine radikal önlemlere karşın ekonominin durumu ve hükümetin tarım ve ticaret burjuvazisinde yana tutumu değişmez. Bunun üzerine OECD heyeti, A. Menderes’in hesabını keser: “İstikrar tedbirleri başarıya ulaşmamıştır!” Artık ABD hükümet çevrelerinde askeri çözüm dahil, hükümetin bir biçimde olsun iktidardan gitmesi konuşulmaya başlanır.[14]

TİP’in kuruluşuna kaynaklık eden iç dinamikler, buzdağının görünen ucudur. Asıl gelişme, Türkiye’ye hiç de uzak olmayan sınır ötesi bölgelerdeki gelişmelerde yer almaktadır.

Dünya, artık temelli bir değişime girmektedir. Sovyetler savaştan yıkılmak şöyle dursun, gerek moral ve gerekse toprak açısından Avrupa’ya doğru olağanüstü düzeyde gelişme göstermiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyetlerin etkisi ile komünist rejimler kurulmaktadır. Sovyetler dünyayı faşizmden kurtarmıştır. Sovyet sempatısı hızla yayılır. Bunu Avrupa kıtasında komünizmin siyasi etkisinin yaygınlaşması izler. Sovyetler neredeyse tüm Avrupa’yı ele geçirmek üzeredir: Almanya, Fransa ve İtalya gibi, Avrupa ana karasında en önde gelen ülkelerde komünistler ya iktidarı paylaşmakta ya da burjuvazinin siyasi egemenliği üzerinde söz sahibi olmaktadır. Sovyetler, 2. dünya savaşından bitap halde, milyonlarca vatandaşı cephede veya cephe gerisinde kaybetmiş olarak, ama muzaffer ve başı dik çıkmıştır. Sovyetler ve J. Stalin Nazilere boyun eğdirerek bütün Avrupa ve dünyaya barış getirmiştir.Bütün bu köklü dönüşümler, Avrupa kıtası ile sınırlı kalmaz. Avrupa’nın yıkılışı onunla bağlantılı sömürge sistemlerinin çöküşünü getirir. Suriye ve Lübnan 1945’te, Hindistan ve Pakistan 1947’de, Burma, Seylan, Endenozya, bundan biraz sonra bağımsızlığına kavuşur. Fransız Hindiçini, yani, Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta sömürgeciler direnir, ama 1954’te Fransızlar ülkeden kovulur. Kapitalist sistem için ardı ardına gelen felaketler sanki hiç bitmeyecek gibidir. Sosyalist sistem, Çin’in yavaş yavaş sosyalizme geçişi ile daha da güçlenmekte, bu da sömürgelerde kurtuluş mücadeleleri için esin kaynağı oluşturmaktadır. Asıl felaket Sovyetler ile bağlantılıdır. 2. dünya savaşı sırasında ve sonunda, yeni dünyanın şekillenmesinde aktif rol oynadıktan sonra, şimdi de tek bir devlet olmaktan bir sosyalist sistem oluşumuna geçmiştir. Sosyalist ülkeler arası eknomik birlik olan Comecon 1949 yılında kurulur. Artık Sovyetler Birliği ekonomisi görülmedik bir büyüme hızına ulaşmıştır. Öyle ki, savaş sonrası büyüme hızının aynı tempoyu koruması durumunda, sosyalist ekonomiler, kısa bir süre sonra kapitalist ekonomileri geçecek gibi görünmektedir. Bundan sonra insan eliyle yapılan ilk uydu olan Sputnik, daha 1957 yılında uzaya fırlatılır, bunu 1961 ve 63 yıllarında ilk defa gerçekleştirilen uzay uçuşları izler.Kendisi için bütün bu felaket sayılacak gelişmelere karşın sermaye için koşullar olağanüstü uygundur. ABD dışında bütün Avrupa ve Asya yerle bir olmuştu, ama ABD’de sermaye dimdik ayaktaydı. Hatta 1929 bunalımı ile gelinen çöküş noktasından sonra 2. dünya savaşı ve sonrasında yepyeni bir ivme kazanarak büyümesini giderek artan tempo ile sürdürüyordu. Dünya savaşı, tam tersine onun büyümesine hız katmıştı. Bütün bir Avrupa imar edilecekti. Savaş sorası kapitalist dünya ekonomisi yepyeni bir atılım yapmış ve bu 1954 yılına kadar büyümesini ona büyüme olanağı sağlamıştı.

İşte, pek de farkedilmeyecek biçimde, 2. dünya savaşı sonrası sosyalist sistemden gelecek tehlikenin asıl olumsuz sonuçlarının hissedileceği bölgeler ana kara dışında kalan Türkiye gibi uydu ülkelerdi. Nitekim A. Menderes hükümeti için ne yapılsa para etmiyor, ekonominin kötü gidişinin önüle geçilemiyordu. Bunun için o zamana kadar hiç olmadık bir biçimde Türkiye’ye ABD’li heyetler gelmeye başladı. ABD, tehlikeyi sezinlemişti. Kuşkusuz çöküş uydu ülkelerden başlayacaktı. Bu nedenle sorun temelden, radikal önlemlerle çözümlenmeliydi.

ABD’nin kapitalist sistem ile sosyalist sistem arasında soğuk savaşı başlatmasının nedenleri ve zamanlaması, bu söylenenler teyit eder. Sovyetler, atom bombasına Hiroşima faciasından kısa bir süre sonra 1949’da, hidrojen bombasını da 1954’te, ABD’den sadece 4 ay sonra sahip olmuştu. Ama uzun yıllar, her iki devletin atom gücüne dayalı, yani insanlığın yok olmasını göze alan siyaseti başlatmaları, 1950’li yılların ortalarında kapitalist ekonominin sözü edilen bunalımının iyice belirginleşmesi ile olmuştur.

Soğuk Savaş ve 27 Mayıs

Öteden beri 27 Mayıs askeri darbesinin niteliği üzerinde çok tartışılır. Hala daha askeri darbe ile topluma hiç yoktan özgürlük getirilmesi olguları birbirleri ile bağlaştırılamaz. Çoğunlukla Ankara’de ve münhasıran Kızılay’da düzenlenen göstermelik yürüyüşler bu özgürlüklerin verilmesini açıklamaya yetmez. Hatta kimi yerde 27 Mayıs darbesinin nasıl planlandığı ve yürürlüğe sokulduğu bile bu gelişmeyi sadece kendi içinde açıklar. Ama onun bir soğuk savaş siyaseti ürünü olduğunu göz ardı eder.[15]

Türkiye’de gözlendiği gibi, kapitalizmin performansı çok sorunlu olabiliyordu. Durum nazikti ve köklü bir çözüm gerekiyordu.

27 Mayıs, akla hayale gelmeyen radikal önlemlerle anılacaktır. 1950-60 dönemine kıyasla en olmadık özgürlükler getirilir. Fikir ve düşünce özgürlüğü, grevli sendikalaşma özgürlüğü, sınıf temelined parti kurma özgürlüğü.

Zira kapitalizmin elini çabuk tutması gerekir. Sosyalist sisteme karşı soğuk savaş ilan edilmiştir. Kendisine, Sovyetleri çevreleyen Demirperde içinde istikrarlı bir Türkiye gerekmektedir. Zira soğuk savaş politikası çerçevesinde Türkiye’ye atom başlıklı Polaris füzeleri yerleştirilecektir. 27 Mayıs, burjuvazinin yükselen sınıf hareketi için bir geri çekilmeyi değil, iki sistem arasındaki soğuk savaşın başladığı platformu simgeler. Her şey göze alınmıştır. Atom bombaları artık hedefe yöneltilmektedir.Kuşkusuz, özgürlükler ölçülü ve kontrollüdür. Gerek ekonomik ve gerekse siyasal alanda her şey kontrol altındadır. Nitekim egemen burjuvazi kısa zamanda kendini toparlayıp gerekli önlemleri almaya başlar. İlk aşamada, 147’ler olarak bilinen öğretim üyesi, general ve subay tasfiye edilir. Daha sonra sıra 14’lere gelir. Her iki tasfiye hareketinin de artık burjuvazinin toparlanmış olduğunu gösteren önemli operasyonun olduğu anlaşılır. Tasfiye edilenlerin genel hatları ile ortak özellikleri, radikal ve tepeden inmeci görüşlere sahip olmalarıdır. Bunlar, görüşleri ne olursa olsun, harekete bir askeri cuntanın hakim olmasını isteyen, kısaca gücünü ekonomik bir sınıftan almayıp asker sivil ve aydın kesime dayandıranlar olmasıdır. Bu da, kapitalist burjuva kesimlerin hiç istemediği bir durumdur. Buna karşı önlem alınmalıdır.[16]

Tasfiyeler, burjuvazi için o dönem herhangi bir tehlikeden çok bir ayak bağı oluşturan, onun işini zorlaştıracak cuntacı anlayışa karşı yapılmıştır, ama bu arada 27 Mayıs hareketinin getirdiği ve özellikle işçi sınıfının ekonomik ve siyasi mücadelesine zemin hazırlayacak gelişmelerin de önüne set çekilmesi gerekecektir. İşçi sınıfından özellikle sendika hakları konusunda talepler gelmektedir. Uzunca dönem grevsiz ve toplu sözleşmesiz bir dönem geçiren sendikalar, bu konuda taleplerini sıklaştırmıştır. Bu gelişmeler, kısa bir zaman sonra geniş işçi kesiminin katılımı ile gerçekleştirilen Saraçhane Mitingi şekline kendini gösterir.[17]

İşçi sınıfı temsilcilerinin Milli Birlik Komitesi yetkililerinden toplu sözleşmeli ve sendikalı grev hakkı beklentileri vardır. Bunun için başta Anayasa çalışmaları yakından izlenir. Bunun için ilk olarak temel hak ve özgürlüklerin verilmesi gerekir. Bu konuda beklentiler umut vericidir. Kurucu Meclis tarafından hazırlanan taslak olumludur. Taslakta öngörülen ilkeler, insan hakları güvencesini sağlar. Kabul edilen maddeler, düşünce özgürlüğü konusunda güvence verir. Öte yandan, işçilerin, emekçilerin de işverenler gibi sendikalar ve birlikler kurmaları kabul edilir, toplu sözleşme ve grev haklarına sahip oldukları hükme bağlanır.

Bütün bunlara karşın, kuşkular bitmez. 27 Mayıs ile verilen sözler ve vaatler, ne derece uygulanabilir olacağı kesin değildir. Rejim, kendi içinde bir tasfiye hareketi geçirir ve durum gerginleşir. Sola karşı sert çıkışlar yapılır. Sol görüşlü kişiler tutuklanmakta, baskı görmektedir. İşçi kesimi, gelişmelerden umutlu değildir.[18] Grev ve toplu sözleşme hakkının kullanılmasından söz edilir. Ancak bunun kapsamı açık değildir. Bunlar, şimdilik vaat gibi gözükür. Daha önce de işçiler, adil bir ekonomik mücadele olanakları için mücadele ederler, bu konuda egemen kesimlerden söz alırlar, ama her seferinde verilen sözler, daha sonra unutulur. Bu sefer de durum bundan pek farklı görünmez. Gerçekten de, hazırlanan tasarıda bir dizi sınırlamalar vardır. İstisnalardan söz edilir. Bu istisnalar, daha sonra hazırlanacak kanunlarla düzenlenecektir. Ayrıca lokavt, bir hak olarak dile getirilir. Oysa bu adil bir uygulama değildir.

Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, her türlü söz ve teminata karşılık ülkenin askeri bir yönetim altında olması, duyulan kuşkuları bir kat daha arttırmaktadır. Her türlü siyasi faaliyetler yasaklanmış olduğu gibi, temel insan hak ve özgürlükleri konusunda herhangi bir kurumsal güvence de yoktur. Her şey, askerlerin mantığına bağlı bir anlayışla düzenlenir. Bu mantık da, başlangıçta hiyerarşiye uygun görünür. Ancak üst yönetimde çatlak sesler çıkar. Bu durum, endişeleri artırır. Kamuoyunda yer yer söylenti ve dalgalanmalar olur, olaylar yaşanır. Komplo iddiaları söylentileri dolaşır. Bu gibi kararsızlıklar, gelecek ile ilgili beklentileri daha da bulanıklaştırır.

Türkiye İşçi Partisinin Kurulması

Türkiye İşçi Partisi, bir taraftan işçilerin ekonomik mücadelelerinde grevli ve toplu sözleşmeli haklarını savunma yolunda sesini duyurmak, diğer taraftan da aydınların temel hak ve özgürlüklerin özgürce tartışıldığı, demokratik bir ortamın sağlanması konusunda burjuva partilerinin dışında bir yapılması gerektiğini düşündüğü ve bu doğrultuda adım atma kararlılıklarının çakışması ile oluşur.[19] Bir taraftan sendikacılar, kendi aralarında geliştirdikleri görüşler çerçevesinde, tabandan da gelen istekler doğrultusunda mücadelelerinin siyasi platformda verme zorunluluğunu hissederler. Öte yandan aydınlar kesiminde, değişik çevrelerde siyasi parti kurma çalışmaları yapılmaktadır.[20] Sendikacıların kurmayı düşündükleri Türkiye İşçi Partisinin yanı sıra, M. A. Aybar ve çevresinin sosyalist parti kurma çalışmaları yapar. A. Tiritoğlu’nun Sosyalist Parti kurma çalışmaları vardır. Çalışanlar partisi de işçi sınıfı içinde faaliyet göstermeyi planlar. Bütün bu gelişmeler içinde sendikacıların kurduğu Türkiye İşçi Partisi öne çıkar. Sosyalist Parti, bir süre sonra Türkiye İşçi Partisine Katılır. Çalışanlar Partisi ise, ardından çeşitli söylentiler bırakarak yalnızca girişim aşamasında kalır.

Bu doğrultuda çalışmalar yapılırken, sendikacıların bir İşçi Partisi kurmak için harekete geçtikleri öğrenilir. Önde gelen sendikacıların parti kurmakta oldukları ve bu konuda bir hayli ilerlemiş oldukları anlaşılır. Bu husus açıklığa kavuştuğunda, sendikacılar ile temas kurulmaya çalışılır. Yapılan girişimler sonucu parti kuruluşunda kendilerinin bir şekilde yer almalarının söz konusu olabileceği düşünülmüş olmalıdır ki, kendi çalışmalarına son verirler. Sendikacılardan muhtemel bir haber için beklemeye koyulurlar.

Nitekim uzun sürmez, beklenen haber gelir. M. A. Aybar’ın çevresinden olan ve yine bir sendika avukatlığını yapan S. Erbil’in yazıhanesinde sendikacılarla M. A. Aybar bir araya gelirler. Sendikacılar, aydınlardan tüzük çalışmaları yapılması için yardım isterler. Aydınlar, kurulacak partinin Tüzüğünü hazırlarlar. Parti kuruluşu için müracaat yapılır.

Partinin şeklen kurulmasından sonra, kurucu sendikacılar, M. A. Aybar ve arkadaşları ile tanışmak isterler. Yine aynı yerde ve aynı taraflarla toplantı yapılır. Bu sefer, sendikacılardan katılanlar daha fazladır. Kurucuların çoğunluğu, bu zemin yoklamasında yer almak üzere gelmişlerdir. Görüşmelerde, Parti ve siyasi mücadeleyi ilgilendiren genel konular görüşülür. Karşılıklı ortak zeminler oluşmakta ve görüşler arasında uyum sağlanmaktadır. Bu görüşmede, sendikacılar, şimdilik aydınlardan Parti programını hazırlamaları istenir.

Sendikacıların aydınlara güvenmemiş oldukları bir yerde doğrudur. Çünkü hangi görüşten olursa olsun, sendikacı bir profesyoneldir. İlk önce sendika mücadelesini düşünmek zorundadır. Siyasi tavrı, işçi sendikaları ve onunla yapılacak ekonomik mücadele açısından değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme, ekonomik çıkarlar doğrultusunda, profesyonelce yapıldığı ölçüde sağlıklı olacaktır. Eğer, siyasi hareket içinde aydınların yer almaları gerekiyorsa, bu şekilde yer almanın, hiçbir zaman siyasi mücadelenin ekonomik mücadelenin önüne konmayacağı şekilde yapılması gerekir. Bu da özen gerektirir, dikkat gerektirir. Aydınlar ile araya bir mesafe koymayı gerektirir.

Daha sonra her iki taraf arasında görüşmeler sıklaşır. Kuruculardan önde gelenler arasında olan K. Türkler, Ş. Yıldız, R. Kuas, sık sık M. A. Aybar ve çevresindekini yoklamak için kendilerini ziyarete gelirler. Bu ziyaretler sonucunda, Parti içinde uzunca yıllar her türlü güç koşullarda sarsılmayacak bir güven oluşacaktır. Nitekim bu güveni sağlayan M. A. Aybar, bu görüşmelerin karşı tarafa yeterli güvenceyi sağlamasının ardından partinin başına geçmesi için davet edilir. Böylelikle partinin kuruluş süreci tamamlanmış olur. Bu açıdan bakıldığında, Partinin sendikacılar tarafından kurulmuş olduğunu söylemek yanlış olur. Kaldı ki, Parti, M. A. Aybar’ın katılmasına kadar ancak şeklen ayaktadır. Ö günlere kadar sessiz sedasız gelmiş, birkaç yerde örgüt açılmıştır. M. A. Aybar’ın Partiye katılması ile bu süreç de tamamlanmış olur.

Sendikacılar arasında çok önceden beri parti düşüncesi vardır. Bir parti kurma fikri, başlangıçta yalnızca Türkiye İşçi Partisini kuran radikal düşünceli olanlarca değil, ama bütün Türk-İş bünyesinde benimsenen bir görüştür. Nitekim Türk-İş eski başkanı N. Beşer ve daha sonra da S. Demirsoy bile ilk Partinin ilk kuruluş toplantılarına katılmışlardır. Belki de, o günkü koşullarda ve yaratılan özgürlük havası içinde, Türk-İş’in destek vereceği bir partinin daha başından güçlü olabileceği bütün sendikacıların ortak görüşü olabilir. O dönemdeki havaya göre, askerler, gerçek bir devrim gerçekleştirmiş, kapitalistleri yıkmış, önderlerini topyekün tutuklamış ve burjuvazinin etkisi tümüyle kırılmıştı. DP’nin kapatılması ile büyük bir oy kitlesi “yüzer” hale gelmişti. Muhtemelen, aralarında Türk-İş eski ve yeni başkanlarının da yer aldığı sendikacıların bu oyları kendilerine çekebileceklerini düşünmüş olmalılar. DP’ye İnönü’ye karşı olan geniş bir halk kesiminin destek verdiği biliniyordu. Sendikacılar, sayıları 1 milyon 800 bini bulan işçi oylarının da hiç değilse büyük bir kısmını çekebileceklerini umuyorlar ve bu hesapla da mutlaka 1961 seçimlerine girme şartını yerine getirmek istiyorlardı. 1961 sonbaharında yapılacak seçimlere katılmak için bir kurucular kurulu oluşturmak ve bir tüzük hazırlamak yeterliydi. Aralarında YTP ve AP gibi partilerin de olduğu diğerleri gibi onlar da aynısını yaptılar ve son gün dilekçeyi seçim kuruluna verdiler.

Yapılan girişimlerden biri, o zamana kadar, sendikacılığın geliştirilmesi için Amerikan sendika kuruluşları aracılığı ile Türk hükümetlerine yapılan yardımlar, doğrudan Türk-İş’e yönlendirildi. 1960’lı yıllardan başlayarak sendikacılar, bu yardım çerçevesinde eğitilmeye başladılar. Gelişmeler sonucunda, Türk-İş’in eski ve yeni başkanları kurucular arasında yer almadılar. S. Demirsoy, taahhüt ettiği ilk yüz lirayı verip Partinin bir numaralı üyesi olacağı vaadinde bulunduktan bir süre sonra ilişkiyi kesti. Bu arada zaten Türk-İş, H. Tunç’un ağzıyla kuruluşu tasarlanan partiye “İltifat” etmeyeceğini açıklamıştı.[21]

27 Mayıs sonrasında bu düşünceler daha da somutlaşır. Hazırlanan seçim yasasına göre katılma için son günden bir gün önce 40-50 kadar sendikacı bir araya gelir ve partinin kuruluşuna karar verilir. Kurucu olarak seçilecek kişiler, toplantıya katılanların gizli oyları ile seçilir. Seçilenlerin yanı sıra kuruculuk için gönüllü olanlar da kurucu olur. Gizli oyla seçilenlerden S. Demirsoy ve N. Beşer kurucu olmaktan vazgeçer. Ertesi gün kuruluş dilekçesi verilir.[22]

Sessiz sedasız kurulan Türkiye İşçi Partisi, bir basın toplantısı düzenler. Toplantıda, Partinin kuruluş amacının işçi haklarını korumak olduğu dile getirilir. Açıklamada, Türkiye İşçi Partisinin, ezilen sınıfların haklarını korumak için kurulduğu, işçinin şimdiye kadar çeşitli siyasi partilerin kadroları içinde eriyip kaybolduğu, artık Türkiye İşçi Partisinin, işçi sınıfının temsilcisi olmak amacını taşıdığı belirtilir. Partinin kurulmasının ardından yayınlanan bu bildiriye imza atanlar, kendilerini Parti kurucuları olarak değil, ama Parti adına açıklama yapan sendikacılar bürosu olarak tanıtırlar.[23]

Kuruluş dilekçesinin verilmesinden hemen sonra, Kurucu meclis içinde yer alan işçi temsilcisi F. Şakir ile ilişkiye girilir. F. Şakir, kurucuların çalışmalarını yakından izler ve bu çalışmalardaki ciddiyete şahit olur. Bu koşullar altında Parti kuruculuğunun teklif edilmesi, işçileri temsilcisi için bir onur vesilesidir.

Partinin yasal zorunlulukla kurulmasının ardından, bu kuruluşunu tamamlayacak aydın kadrolarla birlik çalışması için girişimler sürdürülür.[24] Bu arada Çalışanlar Partisi adında bir parti kurulacağı haberi çıkar. Parti kuruluşunun içinde Türk-İş genel başkanı S. Demirsoy da vardır. Türkiye İşçi Partisinin kurulmasından sonra başlatılan bu girişimler sonucunda, S. Demirsoy, Ankara’da toplanan Çalışma Meclisinde, parti kurulma hazırlıklarının tamamlandığını bildirir. Bu meclis toplantısında Parti kurucuları da vardır. Türkiye İşçi Partisinin kurulmasının ardından yapılan bu girişimler, Partinin gelişemediği, “ölü doğduğu”, yeni bir partinin bir an önce kurulması gerektiği şeklinde değerlendirmelerle birlikte yapılmaktadır. Çalışanlar partisi kuruluşuna katılan Parti kurucuları, bütün bu gelişmelerin özünde yatan niyetleri anlamakta gecikmezler. Bütün bu engellemeler gerçekte kendi Partilerine yönelmiş olduğunu anlarlar ve inatçı bir kararlılıkla Partiyi yaşatmaya karar verirler.[25]

Partiye aydınların katılması için yapılan girişimler, Partinin fiilen kurulması ile hız kazanır. Çeşitli kesimlerden aydınlara teklif getirilir. Bunlar arasında, kendi ekibi ile bir parti çalışmaları içinde olduğu bilinen M. A. Aybar da vardır. Gerçekte Parti kurucularının M. A. Aybar ve çevresi ile ilişkileri baştan beri sürmektedir.[26] En sonunda her iki taraf için söz konusu olan engeller ve endişeler aşılır ve M. A. Aybar, partiye genel başkan olur.

Türkiye İşçi Partisi, yasal kuruluş işlemlerinin tamamlanması sonrasında, Partiye aydınların katılımı sonucunda yeniden şekillendirilen yapısı ile kuruluş sürecini tamamlar. Bu sürecin tamamlanması, Partinin kurucular adına 8 Şubat 1962 Perşembe günü parti merkezinde yapılan bir basın toplantısında kamuoyuna duyurulur.

Bu basın toplantısında, en önemli dava olan ülkenin çağdaş medeniyet yoluna sokulması ve hızla kalkınıp ilerlemesinin çalışan halk kitlelerinin katılımı olmadan sağlanamayacağı belirtilir. Bu amaçla, kurucular olarak Türkiye İşçi Partisinin en kısa zamanda bütün çalışan halk kitlelerinin hakkı ile temsil edecek bir seviyeye yükseltilmesine karar verildiği belirtilir.

Basın toplantısı, bu çerçeve içinde yeni bir atılım içine girmiş olduğu yansıtılırken, aynı zamanda toplumsal sorunlara yatkın ve bu uğurda karşılaştığı her türlü güçlükleri mertçe göğüsleyebilen Hukuk Doktoru M. A. Aybar’ın Partinin Genel Başkanlığına getirildiği açıklanır.

Kuruluş bildirisinde 12 sendikacı öncülüğünde ilk defa (!) bir işçilerin siyasi partisi kurulduğu belirtilir. Bu, nasırlı elleri ve alın teri ile hayatını kazanan emekçi vatandaşların kaderini değiştirecek olan Türkiye İşçi Partisi’dir. Parti kurulurken tüccarın, patronun ve ağanın himmetine sığınmadığı gibi, gelişmesinde bugün 26 il ve kazalarında kurulmuş bulunan teşkilatı için lüzumlu olan paranın temininde kendi dişinden ve tırnağından artırdığından başka kaynağa başvurmamıştır.

Bildiride, Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş amacı anlatılır. Bildiri, bu amacın işçiler tarafından çok iyi bilindiğini belirtir. Şimdiye kadar vatan ve millet edebiyatı ile kurulan partiler, aslında fakir vatandaşın sırtından her mahallede bir milyoner yetiştirmek amacını ön planda tutmuşlardır. Oysa işçiler koca bir gün çalışma karşılığında kazandıkları para ile bir kilo sığır eti bile alamamaktadır. Bu yoksun hayatından ve çekilen çileden kurtulmak için kişi veya sendika olarak şikâyet etmek durumu pek fazla değiştirmez. Kanunları çıkartanlar, her mahallede bir iki milyoner yetiştirmekle övünen malum partilerdir. Yani açıkça, bu partiler işverenin ve ağaların partileridir. Türkiye İşçi Partisinin diğer partilerden farkı burada başlamaktadır. Türkiye İşçi Partisi, bütün Emekçi Türk halkının mutluluğu içinde kendinden yana, kendine yararlı olacak kanunları çıkarması, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesi imkânını elde etmek için kurulmuş ve gelişmiştir ve gelişmeye devam edecektir. Çünkü Türkiye İşçi Partisi, fakirliği ortadan kaldırıp bütün halkın insanca yaşamasını temin edecek biricik parti olacaktır.[27]

M. A. Aybar, görevi aldıktan sonra ertesi gün yaptığı kısa bir açıklama ile Türkiye İşçi Partisinin davetini bir ülke görevi saydığı için, ağır sorumluluğunu bilerek kabul ettiğini açıklar ve kendisini bu göreve layık gören partili arkadaşlarına teşekkür eder.

M. A. Aybar, yapığı açıklamada, ülkenin çok ciddi bir bunalım içinde olduğunu, yaşanan olayların, bunun sadece yüzeydeki yansımaları olduğunu belirtir ve bu bunalımım kökünün geri kalmış toplum olmamızda yattığını söyler. Türkiye hızla sanayileşmeli, tarımı da güçlü bir sanayi temeli üzerinde olmalıdır. Bütün bu gereklilikler de çalışan halk kitlelerinin, ülke sorunlarında söz ve karar sahibi olacak biçimde politik bir güç haline gelmesi ile mümkün olacağını belirtir.

Bundan sonra Türkiye İşçi Partisinin, adım adım gelişerek Türkiye’de işçi sınıfı hareketini temsil eden parti konumuna yükseldiği görülür. İşçilerin ve çalışan geniş kesimlerin ilgi ve desteğini kazanır. Yurt çapında örgütlenmesini tamamlar, yerel ve genel seçimlere katılır ve emekçi kesimin sesini seçim konuşmalarında, mecliste dile getirir. Parlamentoda çok etkili çalışmalar yapar. Çalışmaları yaygınlaştıkça ve etkinliğini artırdıkça, bir taraftan “sol düşünce ve anlayışın” meşruiyet kazanmasını sağlar. Bir taraftan da burjuva demokrasisine sahip çıkarak demokratik hak ve özgürlüklerin yaygınlaşmasını sağlar.

Etkinliği arttığı ölçüde de Partinin içten ve dıştan saldırılarla çökertilmesi gündeme gelir. Bu saldırılar, Partinin kurulmasından ve çalışmalara başlamasından hemen sonra gündeme gelecektir. Bir taraftan Partiye, onun mensuplarına, örgütlerine ve faaliyetlerine kaba kuvvete dayalı bu saldırılar yapılırken, aynı zamanda içten çökertme stratejileri de uygulamaya sokulacaktır. Parti kuruluşundan kısa bir zaman sonra geniş bir kesimi kucaklayabilmiştir. Ama partinin kurucuları da dahil parti yöneticilerinin büyük bir çoğunluğu bir sosyalist partiyi ayakta tutacak deneyime sahip değillerdir. Parti kendisine karşı yöneltilen saldırılarak karşı duracak güçte değildir. Kuruluş ve daha sonraki gelişime döneminde kendisine sınıf mücadelesi içinde edinilmiş deneyim ile bağlantılı hemen hemen hiç bir somut miras aktarılmamıştır. Aktarılmış olduğu ender durumlarda bile bu miras, toparlayıcı, yol gösterici değil, ama daha çok Partinin o günkü koşullarına kıyasta bozguncu olmaktan öteye gitmemiştir.[28] Parti örgütleri, yolunu emekleyerek bulma durumunda kalmıştır. Başlangıç noktasında bir siyasi program olmaktan çok bir genişletilmiş seçim bildirisi niteliği taşıyan programla yola çıkılmıştır. Ama hemen komünist damgası yemekten kurtulamamış, uzun süre Parti kendisine karşı yürütülen anti-komünist kampanyaya karşı mücadele etmekten başını alamamıştır. Bir taraftan dıştan yapılan fiili saldırılara ve linç girişimlerine karşı mücadele ederken, Parti için çekişmeler ise hiç eksik olmamıştır. Partinin bu zor koşullarda toparlayıp yoluna devam edebilmesi gerçekten şaşılacak bir durumdur.

Türkiye İşçi Partisi Programı

Parti kurulmuş, daha sonra M. A. Aybar genel başkan olarak Parti'ye katmıştır. Ama Parti programının ortaya çıkması bir zaman daha geçmesi gerekecektir. Bu konuda ilk girişim, 1963 yılının ortalarında başlatılır. M. A. Aybar ve B. Boran, program taslağı üzerinde çalışma yaparlar. İki parti yöneticisi tarafından hazırlanan bu taslak, birçok partili ve partisiz aydına gönderilir.

Taslak program oldukça kapsamlıdır. Bu şekilde programın, aynı zamanda eğitici olması öngörülür. Program içinde ülkenin maddi, sosyal ve siyasi yapısı ele alınır. Ülke içinde yer alan hakim sınıflar da dahil bütün sınıf ve kesimler ile ilgili açıklamalara yer verilir. Daha sonra ülke kalkınması ile ilgili temel ilkelerden söz edilir. Bu arada, Partinin çeşitli konularda görüşleri dile getirilir. Daha sonra ekonomik yaşam ile ilgili öngörülenlere yer verilir, toprak reformu, ormancılık ve hayvancılık konusunda yapılacaklar anlatılır. Ekonomik hayatın düzenlenmesine yönelik önlemlerin yanı sıra, sosyal ve kültürel yaşam konusunda yapılması öngörülenler, güzel sanatlar vs. gibi çok çeşitli alanlarda Partinin görüşü yansıtılır. Daha sonra Parti kurullarında bu aydınların katıldığı toplantı ve tartışmalar sonrasında program taslağına son biçim verilir. Parti Program Taslağı, 9-10 Eylül Günü İzmir'de toplanan birinci büyük kongrede delegelerin ve dinleyicilerin büyük ve coşkulu gösterileri ile kabul edilir. Bu şekilde sağlanan katkılar ile parti programına son biçimi verilir. Parti programında özet olarak şu bölümlere yer verilmektedir.

Beyanname ve Nutuk

Programın başında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk çalışma dönemine ait bir beyannamesine yer verilir: “….Meclis, milletin hayatı ve istiklaline suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket edenleri tahrip azmiyle kurulmuş bir orduya sahiptir. Emir ve kumanda yetkili Meclisinin manevi şahsiyetindedir. -TBMM 21 Ekim 1920

Giriş bölümü, Atatürk’ün şu sözlerini içermektedir: “Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için, toptan, milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.”

Tarihi GörevParti ve Program mantığı ve gerekçesi şöyle verilir: “…yüzyıllık yoksulluk, ancak emekçi halkın iktidarı ile çözümlenir. Böylelikle köklü reformlar yapılacaktır. Bu tarihi görev ise Türkiye İşçi Partisi'nindir…”

Parti, “…Kurtuluşu yurt işlerinde söz ve karar sahibi olmuş emekçi halkın kendi elleri ile sağlayacağına…” inanmaktadır. Parti, Türk işçi sınıfının ve onun tarihi, bilme dayanan demokratik öncülüğünde, aydınlarla ırgatların, topraksız ve az topraklı köylülerin, zanaatkârın, küçük esnafın, aylıklı ve ücretlilerin, dar gelirli meslek sahiplerinin, kısacası emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilatıdır.[29]

Bu paragraf, Türk işçi sınıfı siyasi hareketi için bir ilk niteliğini taşır. İşçi sınıfının öncü güç olarak kabul edilmesi Parti’yi kendinden önceki hareketlerden ayıran temel ölçüttür.Bu paragrafta dikkati çeken bir başka vurgu da, işçi sınıfının bu hareketinin, onun tarihi ve bilimine dayandırılmış olacağının belirtilmesidir. Bu anlatım, ideolojik olarak marksizme ve tarihi materyalizme atıf niteliğini taşımaktadır.Giriş bölümünde, işçi sınıfının öncü rolü, daha sonra şu şekilde belirtilir: “Parti, yurt ve dünya olaylarını işçi sınıfı ve emekçi halk açısından değerlendirir; onların menfaatlerini savunur; hak ve hürriyetleri için mücadele eder. Çünkü ulusun büyük çoğunluğunu meydana getiren emekçi halk yığınları bütün zenginliklerin, bütün değerlerin gerçek yaratıcısı, sosyal gelişmenin biricik itici kuvveti ve bu gelişmenin ağır yükünün taşıyıcısıdır.”

Bu nedenle, emekçi halkların yararına mücadele etmek demek, aynı zamanda Türk ulusunun bütün hakları ve özgürlükleri için mücadele anlamına gelmektedir.

Parti, işçi sınıfının öncülüğünde, emekçi kesimlerin mücadelesi için hiçbir ayrım gözetmeden her kesimden insanlara kapısını açar. Onları "Bir Numaralı Vatandaş" yapacaktır. Emekçi halkın Millet Meclisi seçimlerinde kendine oy vermesi ile Partinin iktidara gelmesi, aynı zamanda kendi kendisinin söz ve karar sahibi olması anlamına gelecektir.

Maddi, Sosyal ve Politik YapıParti, Programında asıl amacın hızla gelişmek ilerlemek olduğu söyleniyor, ancak bu demokratik yolda, sosyal adalet öngörülerek yapılacaktır. Bu nasıl yapılacaktır? Bunun yanıtı, ülkeye özgü bir yol bulunması gerekliliği olarak belirtilir. İlk önce bu, bir ekonomik kalkınma demektir. Ekonomik faaliyetler, bir işbölümü çerçevesinde yapılır ve bu nedenle bunların tümü, bir ekonomik sistemi oluşturur. Bu sistem içinde üretim ile dağıtım birbirinden farklıdır ve bu faaliyetler, farklı insan grupları tarafından yürütülür. Bu farklılaşma, yalnızca bir işbölümü sonucu olmaz. Asıl farklılaşma, üretim araçlarına sahip olmanlarla olmayanlar arasındaki farklılaşmadır. O halde, ülkenin yapısını incelerken, yapılacak olan, üretim araçlarının, birikim araçlarının durumu ile emek gücünün niteliğini ve niceliğini incelemek gerekir.

Bu ülkenin maddi yapısını ortaya koyar. Bunun yanı sıra, bir de ekonomik faaliyetler içinde yer alan farklı grupları, yani sınıf ve tabakaları içeren sosyal yapı da ele alınmalıdır. Son olarak da, kamu gücünün sınıfsal dağılımının anlaşılması demek olan politik yapı ele alınacaktır.

İşsizlik Sorunu

Program, ülkenin maddi yapısını ele alır. Bu arada tabiat kaynakları, işgücü ve sermaye kaynakları ele alınır. İşlenen topraklar, orman arazileri miktarı ve niteliği ele alınır. Yeraltı zenginlikleri açısından yoksul olmadığı belirtilir. İşgücü kaynaklarının ele alındığı bölümde işsizlik sorununun salt nüfus artışına bağlı olmadığı belirtilir. Gerçekte böyle söylenerek, işsizliğin ancak sosyal ve ekonomik önlemlerde giderilebileceği gerçeği gözlerden saklanır. Parti, bu konuda nüfus sorununun da diğer sorunlarda olduğu gibi, ancak köklü ekonomik çözümlerle önlenebileceğini söyler. Nüfusun hızlı artışı, hem işsizlik sorununu derinleştirmekte, hem de kentlere göçü hızlandırmaktadır. İşsizlik önemli bir sorundur ve bunun kesin çaresinin bulunması gerekir. Nüfus dağılımı istatistikleri, tarımda yoğun bir birikimi yansıtır. Bu açıdan bakıldığında, ülke az gelişmiş, geri kalmış toplum niteliğindedir.

Tarım toplumu niteliğindeki ülkenin sanayisi de az gelişmiş niteliktedir. Sanayi işçisinin ancak üçte biri kadarı orta ve büyük sanayi işletmelerinde çalışmaktadır. Sanayi işletmelerinin yarıya yakın kısmı, 10 veya daha az işçi çalıştıran işletmeler niteliğinde, bir üçte birlik kısmı da mevsimlik ve sürekli olmayan işçiler çalıştırmaktadır. Buradan da, sanayi kesiminde çalışanların çoğunluğunun geri teknikle ve üretken olmayan yapıdaki sanayi kuruluşlarında bulunmaktadır. Buralarda yetişmiş olmayan vasıfsız işçilerin çalıştırılması, aynı zamanda bir kaynak kaybı anlamına gelir.

Sermaye

Ülkenin sermaye ve donanım birikimi yetersizdir. Bu durum, geri kalmışlığın bir sonucundur. Kişi başına ülkede yapılan yatırım miktarı açısından gelişmiş ülkelerden beş ila on katı daha düşüktür. Yatırımlar, ileri teknikle donatılan alanlara yönelmemektedir.

Bütün bu incelemeler, ülkenin geri kalmış bir toplum olduğunu göstermektedir. Ancak yine de, köklü reformlar yapılır ve bugünkü sosyal şartlar değiştirilirse, ülkenin kendi imkânları ile kalkınması mümkündür.

Hakim Sınıflar

Ülke ekonomisi hakim niteliği bakımından tarıma dayalıdır.[30] O halde, hakim ve sömürülen sınıfların incelenmesi için, tarımdaki üretim ilişkilerinin, tarımsal yapının çözülmesinin incelenmesi gerekir.[31]

Milli ekonominin dışarı ile ilişkisi bakımından da tarım sektörünün ekonomimiz içindeki hakim durumu açıkça bellidir.

Ülke ekonomisinde tarım hakimdir. Kapitalist ülkeler de Türkiye’yi bir tarım ülkesi olarak ayakta tutmak istemektedir.

Tarım topraklarının çoğunluğu, büyük toprak sahiplerinin elindedir. Küçük ve orta işletmelerin dış pazarla ilişkisi sınırlı, hatta hiç yoktur. Ülkede 500 bin topraksız aile vardır. Köy topraklarında parçalanma ve küçülme devam eder. Bunun sonucunda tarımdaki kutuplaşma, zamanla daha belirgin hal alır.

Büyük toprak sahipleri, derebey kalıntısı ile kapitalist işletmeler olmak üzere iki türlüdür. Her ikisi de yurt içi ve dışı pazar için üretim yaparlar. Ancak derebey, işletmeci değildir, toprak rantına sahip çıkar, ortakçılık ve benzeri derebey kalıntısı üretim ilişkisi görülür. İlişki, aynı zamanda kira sözleşmesi değil, derebey kalıntısı nüfuza dayanır. İşletmecilik tekniği geri, üretim düşüktür.

Kapitalist işletmecilik, yakın zamanda ortaya çıkmış, modern tarım araçları ithalı ile Tarım kredileri ve tarım teşvikleri sonucu ortaya çıkar. Kapitalist tarım işletmecili ile iç ve dış pazarlarda bunların nüfuzu artmış, ülke ekonomisi ve sosyal hayatı, tutucu güçlerin nüfuzu altına girmiştir.[32]

Kendini Tüccar biçiminde gösteren Ticaret sermayesi, az gelişmiş kapitalizm temeli üzerinde yükselir. Ama dış ticaret ile uğraşanlar, güçlü ve hakim kesimi oluşturur. Bu kesimin, büyük toprak sahipleri ile yakın ilişkisi vardır. Dış ticaret kesimi, yabancı sermaye ile ilişki içinde ülkenin bağımlı, sanayileşmemiş ve tutucu kesimin etkisi altında kalmasın ayol açar. Ortak Pazar, bu çıkar birlikteliğini temsil eder. İç ticaret ile uğraşanlar daha güçsüzdür, ancak köylünün sömürülmesinde aracılık ederler. İç pazarın küçük olması nedeniyle bu kesim, hızlı sermaye birikimi sağlayamaz, bu kesim, dış ticaret yapanlar gibi tutucudur.

Sanayi kesiminde, son zamanlarda, belirli bir gelişme yaşandığı gözleniyor. Ama bu sanayileşme yeterli değil ve ülkenin kalkınması ve bağımsızlığını sağlaması mümkün değil.[33]

Sanayi sermayesi, devlet eliyle sanayileşme sonucu 1948 yılında bu yana büyümektedir. Ancak bu büyüme hızı ve yapısı bakımından Türkiye’nin tam sanayileşip kalkınmasını ve ekonomik bağımsızlığa kavuşmasını sağlayacak nitelikte değildir.

Var olan sanayi faaliyetleri, basit tüketim eşyası ve montaj sanayisi niteliğindedir. Yabancı sermaye ile rekabet edecek nitelikte değildir, hatta oluşan milli sanayisi, yabancı sermayeye direnmekten vazgeçmiş, onunla işbirliğine gitmiştir. Özel sektör ağır sanayi kurmamıştır. Devletin bütün olanaklarından yararlanmaktadır.

Finans sermayesi kesiminde de egemen kesimlerin etkinliği vardır. Bunlar kredi ve sigorta alanlarını etkisi altına almıştır. Böylelikle halkın tasarruflarını kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmektedirler.

Sonuç: Büyük toprak sanipleri, ithalatçı – ihracatçı tüccarlar, sanayiciler ve mali sermaye çevreleri, halk sınıf ve tabakalarına hakım bulunmaktadırlar.

Sonuç olarak büyük toprak sahipleri, tüccar, sanayici ve finans kesimi, ülkenin hakim sınıflarını oluşturur.

Orta sınıflar

Küçük tüccar, esnaf, zanaatkâr, orta büyüklükteki toprak sahipleri, memurlar, ücretliler ve serbest meslek sahipleri, orta sınıfları oluşturur. Bu kesim, Osmanlı geleneksel yapısını sürdürürler. Geçim sıkıntısı ve gelecek endişesi içindedirler.

Orta sınıflar kendi başlarına güçlü olmadığından, ancak işçi ve öbür emekçi kitlelerle kader birliği içindedirler.

Orta büyüklükte toprak sahipliği yaygın değildir. Bazıları kasaba ve kentlerde oturur. Bu kesim, sıkıntı içindedir. Yarınına güvenle bakamazlar. Programda, istatistiklere göre 2 milyon 700 bin köylü ailesinin bulunduğu belirtilir. Toprak büyüklüklerine göre dağılıma bakıldığında, orta ve büyük işletmelerin sayısının az, yüz dönümden aşağı küçük işletmelerin sayısının ise çok kabarık olduğu görülür. 1 ila 100 dönüm toprağa sahip ailelerin sayısı 2 milyon 122 bin seviyesinde, toplam ailelerin %84’ünü oluşturur. Bu kesimin toplam işlenen toprak içindeki payı %39’dur. 30 bin dönümün üzerinde toprağı olan aile sayısı ise 42’dir. Bu açıklamaya göre, 30 bin dönümün üzerinde araziye sahip olanları büyük toprak sahibi olarak düşünmek gerek. Köylülerin %84’nün ise en fazla 100 dönüm toprağı var ve bu az topraklı, yani topraksız olan köylülerle işçi sınıfının müttefiki olarak düşünmek gerek. O halde, 100 ila 30 bin dönüm arazisi olanları da orta köylü kabul etmek gerekir.[34]

Orta sınıf içinde yer alan kesimlerden biri de genellikle okumuş memur ve ücretlilerdir. Bunların bir kısmı, belirli olanaklar elde ederek kaderlerini burjuva kesimi ile bütünleştirmişken, orta ve alt gelir grubundakiler ise, emekçi kitlelerin siyasi olarak güçlenmeleri karşısında onlarla kader birliği içine girer.

Aydınlar, ilk defa halka inme fırsatını yakalayarak kurtuluş savaşını gerçekleştirdiler, cumhuriyetin temelini attılar.[35] “Kurtuluş savaşı Türkiye’si, her yönü ile de ilerici aydınların eseridir. Zira tarihimizde ilk defa olarak halkla iş ve kader birliği etme fırsatına kurtuluş savaşı yıllarında bulan aydınlar, halktan esinlenen ölümsüz Atatürk’ün önderliğinde halkla omuz omuza Cumhuriyet Türkiye’sinin temellerini atmışlardır.” Meşruiyetten bu yana toplumcu düşünceyi (komünist) temsil eden akımlar olmuş, bu düşünce, 27 özgürlüğünün sağlanmasında etkili olmuştur. Toplumcu düşünce, aydınlar arasında hızla gelişmektedir.

Yoksul Köylüler

Bu kesim içine tarım işçileri, ırgatlar, topraksız ve az topraklı yoksul köylüler girer.[36] Tarımda birikimin yoğunlaşması, bu kesimdeki çözülmeyi hızlandırır. Bu süreç, en belirgin olarak kendini kentlere göç biçiminde gösterir.

Tarım kesiminde 1 milyon proleter vardır. Bunun yanı sıra, verimsiz ve yetersiz topraklarda tarım yapan az topraklı kesim, gerçekte ülke ekonomisinde gizli işsizlikten öte bir anlam taşımaz. Yoksul köylülük içinde bu biçimde 3,5 milyon insan vardır. “Yüzyıllardan beri ihmal edilmiş topraksız v az topraklı köylülerinin insanca yaşama şartlarına kavuşturularak ülke kaderi üzerinde söz ve karar sahibi kılmak, başlıca amaçlardan biridir.”

İşçi Sınıfı

Program, uzun uzun işçi sınıfı üzerinde durur. İlk olarak işçi sınıfının tarihsel konumunu ele alınır. 1800’lü yılların başından bu yana Türkiye’de işçi sınıfının doğuşuna tanık olunur. Demiryolu ve kömür imtiyazları ile Avrupa kapitalizminin etkisi tüm ülke çapında işçi sınıfının yaygınlaşmasına yol açar. İşgücü fazlalığı, işçi ücretlerinin çok düşük, işçilerinse çok yoksul seviyede olmasına neden olur.

İlk işçi hareketleri de yine geçen yüzyılın ortalarında görülür. 1845’te toplu bir işçi kalkışması gerçekleşir. 1872’de tersane işçileri eylemleri vardır. Öte yandan işçiler, aynı dönemde çeşitli dernek ve sandıklar oluşturur. Zamanla, işçiler arasında sosyalist akımların etkisi ile oluşumlar ortaya çıkar. 1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulur. Meşruiyetle birlikte sosyalist düşünce yaygınlaşır, bu doğrultuda yayınlar çıkar. 1908 sonrası tüm işçi sınıfı içinde bir grev dalgası oluşur. Ancak özgürlük vadeden hükümet, grev ve sendika hakkını yasaklar.

Kurtuluş savaşı ile işçi sınıfı bir taraftan imtiyazı şirketlere karşı direnişe geçerken, diğer taraftan da bu savaşa katılır. Bu arada komünist eğilimli yayınlar ve siyasi örgütlenmeler hız kazanır. Cumhuriyet sonrasında, işçi sınıfı eylemleri engellenir. 1925 Takrir-i Sukün yasası, komünist etkinlikler yasaklanır. Bundan sonra, ülkede işçi sınıfının hiçbir etkinliğine izin verilmez. Faşist ülke yasaları benimsenir. Savaş sonrası, oluşan geniş bir muhalefet cephesi içinde işçi sınıfı düşüncesi de vardı. Ancak bu dönemde daha sonra yoğun baskılar yaşanır. Çıkartılan sendikalar yasası, gerçekte sendika özgürlükler kısıtlanır. Siyasi alanda başarısız bir iki girişim dışında emeği savunan örgütlenme oluşturulamaz.

DP yönetiminin ardından gelen yeni dönemde işçiler artık yüzbinlerin üzerinde Saraçhane yürüyüşü, yapı işçileri yürüyüşü gibi yığınsal hareketlere girişir, grev hakkı için mücadeleye başlar. “Gerek miting, gerekse sendika toplantılarında işçilerin, sadece doğrudan kendilerini ilgilendiren konulara değil, aynı zamanda ülke sorunları ile de söz ve karar sahibi olmaya azimlidirler.”

İşçiler, kendi sorunları kadar, ülke sorunları ile de ilgilenmektedir. Bu da işçi sınıfının artık politik bilince varmış olduğunu gösterir.[37]

Sınıf bilincinin bir başka göstergesi de, Türkiye İşçi Partisinin kurulmasıdır. İşçi sınıfı, halkın öz partisini kurmakla işçi sınıfının demokratik öncülüğünü kanıtlar.[38] İşçiler, sınıf bilinçlerini girdikleri mücadele içinde geliştirir. Belli bir aşamada bu bilinç, artık insanlık bilinci durumuna dönüşür. İşçi sınıfının kazandığı çıkarlar, artık dar anlamda işçi sınıfına özgü çıkarlar olmaktan çıkar ve geniş ve en yüksek anlamda ulusal çıkarlar durumuna gelir.

Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfının tarihsel ve demokratik öncülüğünden bunu anlar. İşçi sınıfı, toplumsal bakımdan olduğu kadar, etik ve siyasi açıdan da öncü niteliktedir. Bu, aynı zamanda tarihin akışına uygun bir gelişmedir.

Kalkınma

Ülkenin, kapitalist yoldan kalkınması zor, hatta mümkün değildir. Çünkü bu şekilde kalkınmış olan Batılı ülkeler, bunun için gerekli sermaye birikimini sömürge ülkelerini sömürerek elde etmiştir. Onlar, kalkınma sürecinde, şimdi olduğu gibi kendilerini sömüren ülkeler yoktu. Ayrıca, eskiden tasarruf vardı, şimdi ise Batı öykünülerek tüketime ağırlık veriliyor. Batılıların geliştiği dönemde kapitalist yoldan başka bir yol olduğu bilinmiyordu. Oysa şimdi kapitalist olmayan yol var. Ayrıca Batının gelişme hızı çok yavaş. Türkiye’nin ise bundan çok daha hızlı kalkınması gerek.[39]

Bütün bu nedenlerle, kapitalist kalkınma ülke için söz konusu olmaz. “O halde, Türkiye için kurtuluş, kapitalist olmayan bir kalkınma yoluna girmektir.”

Ülke için gerekli olan, kapitalist olmayan kalkınmadır. Bu da, emekten yana, emekçilerin yürütme ve denetlemesine katıldığı planlı bir devletçilik olarak tanımlanabilir. Böyle bir düzende, kamu sektörü esastır ve ekonomiye hakim olacak kadar geniştir. Özel sektör, plan çerçevesinde kamu sektörünün yardımcısı olarak çalışır ve gelişir.[40]

Kapitalist olmayan kalkınma yolu, emekçilerin iktidarını gerektirir. Yani, çözüm, her şeyden önce politiktir. Bunun için, Parti, emekçi kesimi bilinçlendirecek, Anayasa teminatı altında olan özgürlüklere sahip çıkacak, ülkeyi bu duruma getiren burjuvaziye karşı işçi ve emekçi kesimlerinin söz ve karar sahibi olmasını sağlayacaktır.

Bu maksatla yapılacak olanlar, büyük üretim araçları devletleştirme, kurulmamış olan temel sanayi kuruluşlarını tesis etme, toprak reformu ve bu paralelde modern tarım, genel ve teknik eğitim konusunda hamle, kafa ve kol emekçileri arasındaki ayrımın kaldırılması amacıyla kültür çalışmaları, ulusal gelir dağılımında, emeğe göre kazanç ilkesini uygulamak, barışçı dış politika ile ulusal bağımsızlığı korumak, insanın insan tarafından sömürülmesi sistemine son vermek.

Ülkenin geri kalmışlıktan kurtuluşu ve halkın insanca yaşaması... Çağdaş seviyeye ulaşmak (hızla sanayileşmek)...az gelişmiş bağımlı kapitalizmin tutucu ve geriletici etkilerinden kurtulmak.

Derebeylik kalıntısı toprak ağalığının ve yabancılara aracılık eden şehirli büyük sermayecilerin hâkimiyetini yıkıp özel sektörü ulusal ekonominin genel plana bağlı yararlı kesimi haline getirmek amacını güder.[41]

Derebeylik kalıntısı toprak ağalığının ve yabancılara aracılık eden şehirli büyük sermayecilerin... Nüfuz ve hâkimiyetini engellemek, özel sektörü ekonominin yararlı bir kesimi haline getirmek. -TİP Programı s.68 Toplumun yönetici, yürütücü ve itici gücü... İşçi sınıfı ve emekçi halk kitleleridir.

Ama bu hedef, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri tarafından gerçekleştirilecektir.[42]

(Bunun için) Türkiye İşçi Partisi, iktidara demokratik seçim yolu ile gelir... Ve seçimle iktidardan gider.

Demokrasi, TİP üzerinde ısrarla durulan bir konudur. Demokrasi, toplumun bütününü kapsadığı zaman anlam kazanır. Herkesin, toplum hayatının her kesiminde söz ve karar sahibi olması gerekir.[43] Halkın yurt işlerinde gerçekten söz ve karar sahibi olduğu böyle bir demokrasi rejiminde ancak kalkınma sağlanır.[44] Aynı biçimde halk, ekonomik plan hazırlanması ve uygulamasında söz ve karar sahibi olacaktır.

Planlı ekonomik uygulama, kapitalist olmayan kalkınma doğrultusunda karma ekonomidir. Burada, bütün ekonomik faaliyetlerin devletin üstlenmesine gerek yoktur. Devlet bir kısmını alır, diğer kısmını özel sektör alır.[45] Emekten yana planlı devletçilik sistemi, yalnızca sanayileşmek değil, aynı zamanda ağır sanayi, yani üretim araçlarını üreten sanayi demek olur. Aynı zamanda planlı eğitim anlayışı ön plana gelecek, kafa ve kol emeği arasındaki ayrım kalkacaktır.

Halkçılık, devrimcilik ve milliyetçilik ilkeleri esas alınacak, halkçılık, emekçi halkı bir numaralı yurttaş haline getirmek[46], demokrasiyi gerçekleştirmek, sömürüye karşı çıkmaktır! Devrimcilik, hayatın yaratıcılığına ayak uydurmak, geri kalmış bir toplumu ileri toplum haline getirmek, bilimin ışığında köklü reformlar yapmaktır.[47]Milliyetçilik ise, devlete yurttaşlık bağı ile bağlı olanların Türk olduğunu kabul etmektir.[48] Bunun yanı sıra barışçılık ve laiklik ilkeleri öngörülmekte, her türlü sömürgeciliğe, ülke için olduğu kadar başkaları için de karşı olduğu belirtilir. Laiklik konusunda ise, herkesin dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilir.

Mülkiyet konusunda, miras hakkı saklı tutulmakta, ancak kamu yararı ile sınırlamalar getirileceği belirtilmektedir. Ama büyük üretim araçları devletleştirilecektir.

Büyük topraklar, demiryolu şebekeleri, büyük fabrikalar, ormanlar, madenler... Büyük üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olunmasına prensip itibarı ile karşı olunacaktır.

Toprak Reformu

Yapılacak çalışmalar arasına, ilk planda tarımda toprak reformu gelir. Tarımsal kalkınma ile toprak reformu, birbirinden ayrılmaz bir parçadır.

Köklü bir toprak reformu yapılmadan, halkın yaranına tarım reformu gerçekleştirilemez.

Toprak reformu, topraksız ve yeterli toprağı olmayan köylüyü toprak sahibi yapmak olduğu kadar, sömürücü toprak mülkiyetini de sınırlamak anlamında kabul eder.[49] Kamulaştırılacak toprakların bedeli ödenecek, ancak bu topraklar, köylüye parasız olarak dağıtılacaktır. Dağıtılan topraklarda miras hakkı tanınacaktır. Dağıtılacak topraklar, tavan sınırı aşan büyük özel mülk toprakları, devletin toprakları ve kamu ve özel mülkiyetin elinde kiralanmış topraklar arasından temin edilecektir.[50] Toprak reformu ile birlikte, tarımsal kesimde, dağıtılma alanı dışında kalan işletmeler, küçük işletmeler, tarım kooperatifleri, devlet üretme çiftlikleri ve bölge tarım istasyonları biçiminde bir yapı ortaya çıkacaktır. Öte yandan, ormanların nüfus baskısından kurtarılması için tarım reformu ve kente göç teşvik edilecek, hayvancılık alanında devletin çağdaş üretim tekniklerinin uygulanmasında öncülüğü sağlanacak, koruyucu önlemlerle küçük üretici korunacaktır.

(Hayvancılık alanında) devletin bütün koruyucu tedbirlerinden küçük üreticilerin yararlanmaları sağlanacaktır.

Sanayileşme[51]

Az gelişmiş ülke durumundan kurtulmak ve dönüşümün sağlanması için ekonomik bakımdan gelişme sağlanmalıdır. Bu da ancak tarımsal kalkınma ile desteklenen sanayileşme ile mümkündür.[52] Ülkenin yetersiz sermaye ve teknik bilgiye sahip olmadığını söyleyenler yanılgı içindedir. Sanayileşmek için gerekli olan, gerçek ve halka dayanan politik karardır. Karma ekonomide, yönetim ve denetimine emekçilerin de katıldığı[53] emekten yana planlı bir devletçilik hakım kılınacak, özel sektör, bu planlı devletçiliğin önemi gittikçe azalan bir yardımcısı durumunda getirilecektir. Yönetim ve denetime emekçilerin de katılması, korporatist devlet anlayışını çağrıştırıyor. İşçi ve sermaye kuruluşlarının, devletin öncülüğünde, mesleki örgütler biçiminde ekonomiyi denetlemeleri öngörülür. Bu anlayışta, sınıflar arası uzlaşma olabileceği düşünülür. Özel sektörün, emekçi kesimin yönetimi veya denetiminde olan bir yapı içinde uslu uslu duracağı, hatta planlı devletçiliğin gittikçe önemi azalan bir yardımcısı durumuna geleceğini söylemesi de bu anlayış doğrultusundadır. “Özel sektör, planlı devletçiliğin önemi gittikçe azalan bir yardımcısı durumuna getirilecektir. Böylece, piyasa mekanizmasının düzenleyici rolü de tedricen ortadan kalkacaktır. Türkiye İşçi Partisi, devletçi ve planlı sistemi, ülkenin içinde bulunduğu tarihi şartlara göre değerlendirir. Bu açıdan, içinde bulunulan tarih döneminde “karma ekonomi” gerekleri içinde emekten yana devletçilik ve planlama esas alınacaktır.”

Planlı ekonomi, halk yararına ve halkın denetimi ile işleyecektir. Planlama emredici, yani özel sektörün uyması zorunlu esaslar getiren nitelikte olacak, özel sektör, devletin dolduramadığı amaçları üstüne alacaktır. Ülkede, devlet ve özel sektör faaliyet alanlarını ayıran çizgiyi ancak planlama belirleyecektir. Devlet, esas olarak altyapı, ağır sanayi, büyük ölçekli sanayiler, tekel konumunda olan sanayi dalları, korunması gereken sanayi kesimi ve ithal ikamesi gereken kesimler.

Ekonomik büyüme, hafif sanayi üretiminden ağır sanayi üretimine geçmek demektir. Böylelikle, gelecekte, makine imal edecek makine sanayileri kurulacaktır. Ama kuşkusuz, hafif sanayi da geliştirilecektir. Bu büyümenin finansmanında ağırlık, üllkenin kendi öz kaynakları olacaktır.

Dış Politika

Atatürk döneminde, bizi mahvetmek ve yutmak isteyen emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşılmıştı.[54]

Zaferden sonra, Türkiye, emperyalizmin, sömürgeciliğin kesinlikle karşısından olmuştur. Ancak zaferden sonra derebeylik kalındısı toprak ağalığı, kökü ister istemez dışarıda, milletlerarası finans dünyasında olan yerli sermayeciği zararsız hale getiremedi. - s. 159

Ancak zaferden hemen sonra, ne yazık ki kökü dışarıda sermayecilikten vazgeçilemez ve 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresinde, özel teşebbüsün devletçe korunması ve desteklenmesi kararı alınır![55]

Ortak pazara üyelik, ciddi sanayileşme programı ile çelişki içindedir. Ortak pazar, kalkınmamızı önler, ülke ekonomisinin yarı sömürge koşullarında yaşamaya mahkûm eder. TİP, ortak pazara tümüyle karşıdır. Henüz çocukluk çağında olan sanayinin gümrük duvarları ile korunması gerekir.


_____________________
[1] Ne var ki, partinin ilk kuruluşu ile birlikte karşılaşılan en büyük güçlük olan meşruluk uğruna mücadele, Partinin ideolojik platformunun zenginleşmesini önler. Göreceli özgürlük ortamı ile elde edilmiş gibi görünen mevzilerin korunması gerekir. Ama Partiye karşı çok şiddetli saldırılar gelir ve Parti, bu durum karşısında elde edilen mevzilerin korunması sorunu ile karşı karşıya kalır. Parti, ileriye doğru adım atacağı yerde, çoğu zaman savunma durumunda kalır. Öyle ki, İ. Küçükömer’in de değindiği gibi, kısa sürede Parti Programı eskir, ama Parti programını ve hedeflerini günün koşullarına uyarlamak için gerekli gücü kendinde bulamaz. Parti içi sorunlar ön plana çıkar ve Parti birliğini sağlamak için gösterilen çabalardan buna vakit kalmaz.

[2] Üstelik Parti içinde TKP taraftarı muhalefetin şiddetli karşı koyuşuna rağmen: Parti içindeki TKP’liler, işçi sınıfının en önde yer alabileceğini(!), ama kesinlikle öncü güç olamayacaklarını belirtiyorlardı.

[3] Bu kavram, TİP’in işçi sınıfı hareketini göz ardı eden parti içi muhaliflerine karşı işçi sınıfı kavramını savunmak için olduğu kadar, aynı zamanda parti içinde Marksist laf ebeliğine yanıt vermek için benimsenmişti.

[4] M. A. Aybar bu durumu Kaptan Köşkünde Acemi diye tanımlar. İ. Güzelce, ona, Parti sana emanet Hoca demişti. Aybar, bu emaneti, çok zor koşullar altında, ama büyük bir başarı ile hedefine ulaştırmaya çabalar. Ilginçtir, Parti’nin her ne pahasına olursa olsun “işçilerin partisi” kimliğini önlemek için çaba gösteren TKP’lilere karşı hiçbir zaman ideolojik bir mücadele içine girmemiş olmasına karşın, sanki onlara karşı tavrı tümüyle kişiseldi. Ama bunu geri plana atmasını bilmiş ve kongrenin yenilenmesi gerektiğini dayatan TKP’lilere “yeni bir kongre toplamak yenilemek kaça patlar bilir misiniz?” gibi faydacı bir yöntem izlemiştir.

[5] Dışarıdan Partililerin birbirine düşmesi olarak algılanan bu tasfiyelere biraz daha yakından bakıldığında, Partiden çıkartılanların hemen hemen tümüyle eski TKP’liler veya onların taraftarı olan partililer olduğunu belirtmek gerekiyor.

[6] Bunun belli ölçüde Şişli gibi, kozmopolit kesimlerde böyle olduğunu belirtmek gerekiyor.

[7] Burada, Parti bilim kurulu ve Parti yayını olarak çıkartılan Sosyal Adalet yazı kurulunun Parti’ye muhalif TKP’lilerden oluştuğunu belirtmek gerekir. TKP’liler Parti içinde her zaman şeytanın avukatlığını yapmışlar ve bir Parti çalışmasına pratik katkı sağlamamışlardır. Bu bilimsel çalışmalar için de geçerlidir.[8] E. Aydınoğlu, “Türk Solu – Eleştirel Bir Tarih Denemesi 1960-1971, Belge Yay. 1992, s. 52.

[9] Oysa bu tam bir riyakâr davranıştı. NATO’nun temelini oluşturan Brüksel Anlaşması 1948 tarihinde imzalandı. CHP hükümeti, vakit geciktirmeksizin 11 Mayıs 1950 tarihinde NATO üyelik başvurusunu yapacaktı.

[10] B. E. Aydınoğlu, a. g. e. s. 52.

[11] E. Teziç, Ortanın Solu ile ilgili şunları aktarır: “1965 yılından itibaren ekonomik ve sosyal sorunların ön plana çıkar. CHP bu durum karşısında sıkışır, tavrını açıklıkla ortaya koyma gereği duyar. Ama TİP’in gelişmesine karşı bürokratları ve aydınları bu partinin etkisinden uzak tutabilmek ve kendisinden daha solda bir gelişmeyi engellemek de gerekir. İ. İnönü, bu yüzden Ortanın Solunu kavramını ortaya atacaktır.” E. Teziç, 100 Soruda Siyasi Partiler, Gerçek Yay. S. 293.

[12] TİP kuruluşunun böylesi ilginç bir tarihselliğinin olması, TİP tarihine ayrı bir uluslararası anlam katacaktır. TİP için yapılacak daha ayrıntılı çalışmaların bu açıdan da değer kazanması söz konusu olacaktır.

[13] Dr. Timur Han GÜR, "Türkiye'de Bankacılık ve Finans Krizleri", Asomedya Der., Mart 2001. [14] Ahmet Hamdi Dinler, Sosyalizm Yolunda Yeni Açılımlar, Bilim Yay., s. 200.

[15] “27 Mayıs kısır bir entellektel ortam içinde gerçekleştirilir. Hareketin ideolojisi lideri ve kadrosu yoktur.” A. H. Dinler, a.g.e., s. 206.Bu durum eğer 27 Mayıs hareketinin alelacele yapıldığına delalet etmiyorsa, tümüyle dış kaynaklı bir girişim olduğunu gösterir.“Türkiye’de Dış İşleri Bakanlığı’nın güvencesi olmaksızın, bir askeri darbe söz konusu olamaz. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin Dış İşleri Bakanları’nın tümü eski Sovyet Elçileri arasından seçilir. 27 Mayıs’ın Bakanı, Sovyetler’den herhangi bir yardım talebimiz yoktur, der. Bu ABD’li çevrelerin övgüsünü kazanır.” A. H. Dinler, a.g.e., s. 206.

[16] Nitekim alınan önlemler yürürlüğe sokulur. Oluşturulan Milli Birlik Hükümetinde D. Koper, C. İren ve daha sonra 12 Mart hükümetinde yer alan Ş. Kocatopçu ve O. Mersinli gibi büyük iş çevrelerinin temsilcileri yer alır. Bu ve daha sonra CHP denetimindeki hükümetler, kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda, ekonomik ve mali durumda bir istikrar sağlamayı ve büyük toprak sahiplerinin gücünü sanayiciler lehine bir nebze de olsa geriletmeyi, 5 yıllık kalkınma planlarında kendi çıkarları doğrultusun yönlendirmeyi başarırlar.

[17] 27 Mayıs hareketinin sağladığı özgürlük ortamının göreceliliğine değinmek gerekir. Yoksa işçi sınıfı hareketine karşı takınılan tutumda herhangi bir değişiklik yoktur. 27 Mayısın hemen sonrasında M. Belli bir dergi çıkartır. Bir sayısında C. Gürsel ve N. Kuruçev’in fotoğrafları yan yana basılır. Dergi toplattırılır, M. Belli tutuklanır. M. A. Aybar, avukat olarak duruşmalara alınmaz. Silahtarağa elektrik santralına sabotaj yaptığı iddiası ile tutuklananların yargılanmasına başlanır. Sovyet ve Batı ilişkileri, Küba bunalımı ile gerginleşmeye başlar. Bunun yurt içinde yansıması yaşanır. Sola karşı alınan önlemler artırılır. Her taşın altında komünist aranır. Yazarlar, ressamlar, düşünürler tutuklanır, davalar açılır. Ressamlar bile sergi açma nedeniyle tutuklanırlar.

[18] Öyle ki, gelişmelerden Türk-İş genel başkanı S. Demirsoy bile hoşnut değildir, bu durum karşısında Kurucu Meclis içindeki işçi temsilcilerinin istifa etmelerini ister. Vatan, 13.3.1961, aktaran, M. A. Aybar, a.g.e. s.116.

[19] Partiyi sendikacıların kurduğu, daha sonra işçilerin tek başına bu işin altından kalkamayacaklarını anlamaları ile Partiye M. A. Aybar ve arkadaşlarını çağırdıkları bir yere kadar doğrudur, ama gerçeği tam olarak yansıtmaz. Parti kurma fikri, sendikacılar ile M. A. Aybar ve arkadaşlarında eş zamanlı ortaya çıkan ve gelişen bir düşünce olduğu söylenebilir. Öyle ki, iki taraf, kuruluş süreci içinde sürekli dirsek teması içindedir. Partinin kuruluşu, o dönemde seçimlere katılma için yapılması gerekli bir formalitedir. Bunun için gerekli olan parti tüzüğü, bir gün sabaha kadar, o da M. A. Aybar’ın çevresinden bir aydın tarafından yazılır, kuruluş dilekçesi verilir. Bu noktaya gelinirken, işçilerde siyasi mücadele düşüncesinin uzunca bir evrim geçirdiği söylenebilir, ama Partinin kuruluş gününe kadar yapılan fiili kuruluş çalışmalarının tümü, seçime katılma koşulu için askeri yönetiminin belirlediği son gün içinde tamamlanan bir dizi formaliteden ibarettir. Gerçekte fiili kuruluşu ve sonrasında sendikacılar, M. A. Aybar ve çevresi ile sürekli temas ve görüş alışverişi içinde gelişen ve sonunda ikinci tarafın da partiye resmen katılarak Parti üst yönetimini ortaklaşa oluşturması ile tamamlanan bir süreçtir.[20] M. A. Aybar, o yıllarda parti kurma çalışmalarını anlatır. Emektar solcu olarak uzun süredir kabuğuna çekilmiş olduğunu düşünür. Ama artık devir değişmiş, durgun ve kapalı Sol’un harekete geçme zamanı gelmiştir. Bir grup avukat, aralarında sendikacılar da dahil çeşitli kesimlerden gelen 30’a yakın insanla toplantılar yaparlar. Aralarında 1950’lerde Demokrat İşçi Partisini kuran O. Arsal ve Ü. Kuran da vardır. Ü. Kuran, geçmişi iştirakçi Hilmi’ye kadar uzanmaktadır. Önce eski partinin diriltilmesi önerilir, ancak daha sonra yeni koşullarda yeni parti gerektiğine karar verilir ve bunun için tüzük hazırlanması amacıyla iş bölümü yapılır. Oluşturulması düşünülen parti, insan sevgisine dayanan bir sosyalizmi ön gören ama öncü parti niteliğini kabul etmeyen bir parti olacaktır. M. A. Aybar, Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist etiketli ülkelerdeki öncü partilerin sosyalizme giden yolu tıkamış olduğunun kanıtlandığını söyler. Bu anlayış içinde işçi sınıfı ve emekçi kesime bir takım görevler düşmektedir, ama bu görevler, dayatmacı bir öncülük niteliğinde asla olmamalıdır.

[21] Sendikacıların neden bir siyasi parti kurma konusunda bu kadar istekli ve ısrarlı olduğu bellidir. Ama hiç bir zaman sendikacıların ilk önce sendikacı olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden, en azından bir tercih yapma durumunda kaldıklarında, siyasete germeyi hiç istemeyecekleri bellidir, ama kuşkusuz, bu gelişmeler izlenmekteydi.[22] TİP kurucusu sendikacılar: K. Türkler, A. Erakalın, R. Kuas. K. Nebioğlu, Ş. Yıldız, Z. Hepbir, İ. Güzelce, Denizcier, gizli seçimle, S. Özkarabay, A. Arkın, A. Muşlu, H. Uslubaş ve S. Göksüzoğlu kendi isteği ile.

[23] Y. Küçük, partiyi kuran sendikacıların “1947 Sendikacı” olarak tanımlar. Bu kuşak sendikacılar, grev ve toplu sözleşme süreci olmayan bir düzende sendikacılık yapmak durumunda kalmışlardır. Bu gerçekte cambazlıktan pek farklı değildir. Tabanda işçiler talepte bulunmaktadır. Sendikacılar bu talepleri karşılamak durumundadırlar. Ama bunun için sendikacıların elinde grev silahı yoktur. Bu durumda sendikacı ne yapacak? Hak temini için işveren ile iyi geçinmek durumunda. Bu yüzden “1947 Sendikacısı” tam bir cambaz. Y. Küçük’e göre bunların pek az istisna ile değişmeden olduğu gibi 27 Mayıs sonrası dönemde de sendikalarının başındadır. Kişisel dürüstlüğünü koruyabilen nadir kişilikler arasında Türk-İş, TİP ve DİSK’in kurucusu olan, TİP’in ilk genel sekreterliğini yapan Ş. Yıldız’ı gösterir. Y. Küçük, Cumhuriyet Üzerine Tezler, Cilt II., s. 553.

M. A. Aybar da, parti kurucusu olan sendikacılar için benzer gözlemlerde bulunur: TİP kurulduktan bir süre sonra kurucu sendikacılar, program hazırlıkları için henüz TİP’e katılmamış Aybar ile görüşme yapmak isterler. Görüşme, Aybar ve arkadaşları ile birlikte daha sonra bir süre TİP genel merkezi olacak bir binada gerçekleşir. Gelenler arasında, kurucuların önde gelenlerin çoğu yer almaktadır. TİP kurucuları, Aybar ve arkadaşlarından program taslağı hazırlamalarını isterler. Aynı öneriyi öğretim üyesi bir gruptan da istemişlerdir ve iki taslağı karşılaştırarak değerlendireceklerdir. İki taraf arasında zaman zaman gerginleşen tartışma başlar. Aybar, sendikacıların tartışma biçimlerinden çok etkilenmiştir. Onların yaman görüşmeciler olduğunu görür. Aydın kesimden olanlarla başa baş tartışmaktadırlar. Sendikacılar görüşmeler sırasında oldukça kontrollü ve mantıklı tutum takınabilmektedirler. M. A. Aybar, TİP Tarihi, Cilt 1, s. 176.

[24] B Boran’a göre, TİP, çeşitli iş kollarında çalışan on iki sendikacı tarafından kurulmuştur ve aralarında bir tek yüksek tahsil görmüş insan yoktur. B. Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, Gün Yay. 1968, s. 61.

Oysa Ö. Nida’ya göre bu yanlıştır. TİP’in daha kuruluşundan itibaren büyük etkinliği olan ve o dönemde Partinin basın ilişkilerini yürütmeye tam yetkili, Merkez Komitesi Üyesi O. Müstecaplı bir aydındır. Yine, Partinin ilk genel sekreterlerinden biri de, Av. Olcayto İlter’dir. Ö. Nida, yine A. Nesimi’nin “Yılların İçinden” adlı eserinin 292inci sayfasından bir aktarmaya yer veriyor: “Bir gün O. Müstcaplı evime geldi ve TİP’in taslak programını getirdi. Bu konuda düşüncelerimi ertesi güne kadar kendisine ulaştırmamı, çünkü vilayete bir gün sonra vermek zorunda olduklarını, vermezlerse Partinin huhuken kapanmış olacağını söyledi. O. Müstecaplı’nın TİP’in liderleri arasında olduğunu biliyordum”. Ö. Nida, Yarın Biz Konuşacağız, 1989, s. 36.

Partinin ilk kuruluşunda aydınların yer aldığı ve kuruluş çalışmalarında çeşitli biçimlerde diğer aydınlarla da ilişki oluşturulmuş olduğu görülüyor. Ama kuruluşun öncülüğünü yapan sendikacılar, bu konuda acele etmiyorlar. İşbirliğine girecekleri aydınların seçiminde ince eleyip sık dokudukları belli oluyor. Bu bakımdan, sendikacıların aydınlardan çekindikleri, aydınlara soğuk baktıkları, vs. gibi düşünceler, hiçbir şekilde gerçeği yansıtmıyor.

[25] M. A. Aybar, bütün bu engelleme girişimlerin tam tersi sonuç vererek Türkiye İşçi Partisinin var olması doğrultusuna bilinçlendirdiği ve yüreklendirdiği ilk kurucularının adlarını veriyor: Kocaeli’nden İ. Çetkin, Adana’dan M. E. Yıldırım, Gaziantep’ten A. Top, R. Güçkıran, İzmir’den R. Eşsizhan. Bu isimlerin, Partinin ve dolayısı ile Türkiye sosyalist hareketinde bir dönüm noktasını oluşturan isimler olduğunu söylemek mümkün. Çalışanlar partisi girişimi ile yapılmak istenen tertipleri çok iyi anlamış olmalılar ki, bunun için yapılan toplantıdan döner dönmez işe koyulmuşlar. Saatlerce tartışmışlar. Daha sonra da, kararlarını kesinleştirdikleri anda, hiç vakit kaybetmeden uygulamaya koymak üzere, M. A. Aybar’ın evini bilmediklerinden karakoldan sorma pahasına, geceyarısı, polis ve bekçi eşliğinde, kararlarını bildirmişler. U.Mumcu, Sosyalizm ve Bağımsızlık – Aybar ile Söyleşi, Tekin yay. (1986), s. 28.

[26] Kurucular, M. A. Aybar’a çok önceden teklif getirmişler, ancak M. A. Aybar’ın komünizm propagandası sucundan 5 yıl ağır hapse mahrum olması ve yargılamanın Yargıtay aşamasında olması, bu girişimin ertelenmesine yol açmıştır. Daha sonra Yargıtay kararı bozar, Ankara’da sıkıyönetimin kalkması ile davanın sivil mahkemeye devredilmesi sonucunda M. A. Aybar, ilk celsede beraat eder. Partiye katılması bundan sonra mümkün olur.

[27] Türkiye Tarih Vakfı, Kutu No. 2 Aks. No. 4324

[28] Gerçekte, Türkiye İşçi Partisi için, sınıf hareketi tarihinin olumlu değil, olumsuz mirasını devralmış, bünyesinde eski TKP’lilerle birlikte onların marazi hallerini de kucaklamak ve uzunca bir süre bu marazi anlayışla mücadele etmek zorunda kalmıştır. [29] Program metninde de koyu yazılmış bu kısım, giriş bölümünde yer alıyor ve herhangi bir başlık altında verilmiyor olmasına karşın, daha sonraki parti belgelerinde yaygın olarak kullanılan bir tanımlamadır.[30] Bu durum, gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Her ne kadar nüfusun üçte ikisinden daha fazlası kırsal kesimde yaşıyorsa da, bu ülkenin bir ağırlıklı olarak tarım ülkesi olduğunu göstermez. Bir kere, o zaman bile tarım dışı gelirler, milli gelirin önemli bir kısmını oluştur; ticaret ve sanayi kesimi, toplam üretimin yüzde 60’larını sağlar. İkincisi, DP iktidarı ile başlatılan hamle, her ne kadar kesintiye uğratılmışsa da, ulaşım ve alt yapı alanında yollar ve limanlar, vs yatırımları, bu sanayi hamlesinin daha sonra üzerinde gelişeceği ortamı hazırlamış ve devamında AP döneminde hızla sanayileşme yoluna girmiştir. Tarım ülkesi niteliğinde olma, yoksulluk ve geri kalmışlık tanımlamaları, o döneme has radikal söylemlere özgüdür. Buradan radikal ve sosyalist söylemler kalkınma hamlesinin sanayileşme savlarını ileri sürmektir. Oysa devletleştirmeler, sanayileşme ve zenginleşme, bunlar hiç bir şeyi çözmez.

[31] Tarımsal ilişkilerin hakim olması ile hakim üretim ilişkilerin tarımda incelenmesi gerektiği belirtilerek, daha önce doğru bir biçimde konulan sınıfsal tavırdan uzaklaşıldığına tanık olunuyor. Oysa tarımdaki dönüşüm tamamlanmıştır. Hakim üretim ilişkilerinin tarımda değil, tarım dışı kesimde aranması gerekir. Kuşkusuz, tarımdaki çözülme düzeyinin Batıdakilerle kıyaslamasında ortaya çıkan gelişmemiş düzey bu sürecin nitelik olarak tamamlanmamış olduğunu göstermez. Kuskusuz, tarımdaki birikim ve çözülmenin kesintisiz bir süreç olduğunu düşünmek gerekir.

[32] Buradaki “tutucu” kavramının üretim ilişkileri içinde bir kategori olarak kullanılmadığı anlaşılıyor. Tarım gibi geleneksel üretim alanında faaliyet gösteriyor ve bu alanda güç kazanıyor olmak “tutucu” tavır takınılmasını gerektirmez. Ekonomik anlamda “tutuculuk”, çıkarları tarihsel olarak gelişen veya hakim durum gelmiş yeni üretim ilişkilerinin ve güçlerinin gelişmesini önlemeye çalışan olarak tanımlanmalı. Bu, modern anlamda kapitalist tarım çiftlikleri için “tutucu” kavramı pek doğru değil. Bu tür burjuvazi için tarımdaki çözülmenin sürmesi, topraksız köylülerin artması, ucuz işgücü olanaklarının gelişmesi, hiç de onların çıkarına aykırı değildir.

[33] Burada bir kere daha sanayileşme ile ekonomik kalkınma ve bağımsızlık arasında ilişki kurulmaya çalışıldığı görülüyor. Buna göre, sanayileşme, nasıl veya kim tarafından olursa olsun, her şeyin çözümü olacaktır: kalkınma sağlanacak, dolaysı ile ekonomi gelişecek ve böylelikle bağımsızlık sağlanacaktı. Bu şekilde yapılan fakirlik “edebiyatı”, her kesimden sol düşüncede olanları olduğu kadar, Partiyi de belli ölçüde etkisi altına almıştı. Sınıfsal yapının veya sömürü ilişkilerinin ortaya konmasından çok, kalkınma edebiyatı yaparak kitlelere ulaşmanın daha kolay olduğu düşünülebilir. Ama açıktır ki, en gelişmiş sanayilere sahip ülkelerde bile bu sömürü düzeninin sürüp gitmesini engellemiyor ve kapitalist sistemin bıçak sırtındaki dengesizliğine çare olmuyor.

[34] Kuşkusuz, toprak büyüklüğü, tarımdaki sınıfsal ayrımın açıklamaya tek başına yetmez. Sulu ve verimli topraklar ile çorak ve kuru tarım verimi arasında çok büyük farklılıklar vardır. Öte yandan, tarımdaki çözülme, aynı zamanda tarımsal teknikleri de beraberinde getirerek, kırsal kesimdeki sınıf farklılaşmasını, tarım burjuvazisi, köylü ve tarım proletaryası biçimine dönüştürmüş, bu şekilde nitelik olarak klasik anlamda gelişimini tamamlamıştır. Bundan sonra da, Türkiye’de, diğer ülkelerde olduğu gibi, kentlerde orta sınıfın kaybolmaya yüz tutmasında olduğu gibi, kır kesiminde de köylülük yok olmaya yüz tutacak, topraklarını kaybetmek durumunda olanlar tarım proletaryası durumuna dönüşürlerken, öte yandan köy işletmeciliğini büyütenler, burjuva niteliğine dönüteceklerdir.

[35] Osmanlı toplumu ve aydını denince, bu aydın tipinin biraz farklı niteliğinden söz etmek gerekiyor: Osmanlı toplumu, toplumsal örgütlenmeyi askeri örgütlenme düzeyinde algılayan Asyatik bir toplum biçiminde. Bu açıdan bakıldığında, yenileşme hareketlerinin tümü, bu askeri yapı içinde algılanıyor. Yenileşme hareketinin muhatabı, askeri yapı. Yenileşme hareketinin aydınları da asker. Osmanlı’da asker ile aydın kavramlarını birbirinden ayırmak mümkün değil. Mülkiye, tıbbiye, vs. bütün okullar da askeri yapı içinde. Yenileşmenin, batılılaşmanın toplum için de olabileceği hiç düşünülmemiş. Sivil hayata yansımamış. Bu nedenlerle aydınların halka inme fırsatından söz etmek olanaksız. Kurtuluş savaşının aydınlar tarafından başlatıldığı ve başarıldığı da söylenemez. Kurtuluş savaşının öncülüğünü, yine askerler yapıyor. Hareketin başını çekenlerin tümü asker. Son olarak, aydınların halk ile kader birliği etme fırsatını yakalamış olduğu da doğru değil. Askerin, kurtuluş savaşı sırasında halk ile bağlantısı olmamış. Olmuşsa bile, dolaylı yoldan, onunla işbirliği yaptığı yerli eşrafın, din adamlarının, yani kurtuluş savaşının gerçek örgütleyicisi olanların aracılığı ile olmuş.

[36] Irgat, tarım işçisi, rençber demek. Rençber de tarımda çalışan işçi anlamına geliyor. Irgat kelimesi, özellikle tarım kesiminde çalışan işçiler için kullanılıyor. Tabii, geleneksel tarım işçiliğini de kapsıyor. Bu gözle bakıldığında, bu şekilde verilen tanımlama, gereksiz laf kalabalığı oluyor. Tarımda az topraklı veya topraksız olup tarımsal alanda ayrıca ücretli olarak veya geçimini sadece bu biçimde sağlamak durumunda olan yoksul köylüler var. Bu kesimin, geçimlerini sağlayamamaları nedeniyle ya tarım kesiminde proleter olmuş durumda veya kır veya kent kesiminde proleter olma durumundalar. Yoksul köylülük içinde toprakları olmayanların durumları açık. Onlar proletaryanın kendisi. Az topraklı olanların ise hızla toprak mülkiyeti ile bağları ekonomik olmanın çok ötesine gidiyor. Sahip olduğu mülkiyet, onun için bir geçim aracı olmaktan günümüzde hızla uzaklaşıyor.

Bu ayrımların enine boyuna işlenmesi günümüzde artık o kadar önem taşımıyor. İttifaklar sorunu ve özellikle köylü sınıfı ittifakı, köylülüğün ve köylülük yapısı içindeki ekonominin ağırlıkta olduğu eski dönemlere özgü. Orta sınıfların hızla tükenmeye yüz tuttuğu günümüzde ayı durum kentlerde de kendini göstermeye başladı. Kırsal veya kentsel kesimde kimsenin artık ittifak sorununa aldırış ettiği yok.

[37] Bu, Lenin’in, sınıf bilinci ile ilgili tanımlamasına uygundur. İşçi sınıfı, ülke sorunları ile ilgilenmeye başladığı andan itibaren politik bilince kavuşmuş demektir. O dönemde, Saraçhane mitingi ile kendini gösteren yığınsal hareket de bu bilincin işçi sınıfının geniş kesimine yansıdığını gösteriyor.

[38] Toplumsal düşüncenin yogun bir baski altýna alındığı bu döneme özgü tanımlamalardan bir başkası da budur. Kırmızı rengin kullanılmasının bile çok dikkatle seçilmesi gerektiği ve komünizm kavramının öcü kabul edildiği bir anlayışla burada “proletarya diktatörlüğü” kavramına karşı önlem olarak getirilen “demokratik” kelimesi yer alıyor. Oysa proletarya diktatörlüğü, Lenin’e göre zorunlu, doğal bir durumdur. Bir sınıf yönetimi söz konusu olduğunda, bunun diğer sınıflar için anlamı diktatörlük olur. Lenin, burada sınıf diktatörlüğünün bir aracı olarak devletin konumunu açıklamak ister. Komünist toplum, devletin tasfiye edildiği, sınıf diktatörlüğünün kaldırıldığı toplumdur. Ama proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile geçici olarak proleter devletinin varlığını sürdürmesi zorunluluğuna işaret eder. Bu da doğal olarak bir proletarya diktatörlüğü demek olur. Lenin’in bu açıklaması, daha sonra anti-komünistler için bir malzeme olmuş, komünistlerin sınıf hâkimiyeti, diktatörlük rejimi kurmaları propagandası yoğun bir biçimde işlenmittir.

[39] Görüldüğü gibi, bütün bu anlatılanların bir zorlama olduğu ortada. Kapitalizm, elbette ki kendisinden önceki üretim tarzlarına kıyasla üretim güçlerinin gelişmesi açısından daha mükemmel, daha üstün, daha ileride bir sistem. Bu kuşkusuz böyle. Kalkınma, üretim artışı demekse, feodal dönemdeki üretim yapısından ilk aşamada merkantilist geçiş dönemine, daha sonra da kitlesel üretimin gerçekleştirildiği fabrikalarda yapılan üretim ile üretimdeki artış, eski döneme kıyasla olağanüstü boyutlara ulaşır. Sermaye birikimi, olağanüstü hızlanır. Zenginleşme olağanüstü artar. Kuşkusuz, bütün bunlar, bir önceki üretim tarzına kıyasla böyledir. Ama kapitalizm de belli bir dönem sonra, üretim güçlerinin daha da gelişmesine imkân vermez, bu gelişmeye engel oluşturur. Çünkü kapitalist üretim mantığı, kar esasına dayanır ve kar oranlarının azalması eğilimi sonucu sermaye, kendini yeniden üretmek için gerek duyduğu karlılıkta yatırım alanları bulamaz. Üretim düşer, kapitalist bunalımlar baş gösterir, zenginlik ortasında aniden sefalete düşer. Bütün bunlar artık bugün açıklıkla söyleniyor. Ama o dönemde bunları söylemek ve yazmak, çeşitli nedenlerle yapılamıyor. Buna karşı getirilen alternatif, kapitalist olmayan yoldan kalkınmaktır.

[40] Bu anlayış, 27 Mayıs ile getirilen planlı ekonomi anlayışından çok uzak değildir. Bu biçimiyle, o tarihlerde filizlenen bütün radikal görüşler gibi, Türkiye İşçi Partisi de, öngörülen ekonomik sistem ile ilgili devlet ağırlıklı ekonomi olarak tanımlanabilecek kapitalist olmayan yolu önermektedir.

[41]Program içinde MDD görüşünün baş tacı ettiği görüş, ilk defa bu kadar açık bir dille belirtiliyor. M. Belli de, “Komprador ile feodal ağa dışında Türk ulusunun tümü” devrimcidir, demektedir. Bilindiği gibi, komprador, yabancılara aracılık eden şehirli büyük sermayeye verilen addır.

[42] Bu mantıkla bakılınca, MDD’cilerin dediği gibi, ulusal sermayenin de devrimci ittifak içine girmemesi için hiçbir neden yok. Kendi mantıkları içinde MDD görüşü daha tutarlı. Özel sektörü ulusal ekonominin yararlı kesimi haline getirmek hedeflenmişse, yada bu kesimi karşına almıyorsan, yanına alacaksın demektir.

[43] Bu, gerçekte demokrasinin ne olduğunu değil, ne olmadığını anlatıyor ve bunu da çok iyi yapıyor. Demokrasilerde herkesiz her kesimde söz ve karar sahibi olması mümkün değil. Bu tam bir ütopya. Böyle olsa, farklı çıkarlara sahip kesimlerin (sınıfların) birbirleri ile uyum içinde olması demek olur ki, bu ta ütopyacıların düştüğü tek ama en temel hatadır.

[44] Halk kavramı, programda sık kullanılıyor ama tam olarak ne söylenmek istendiği, kimleri anlattığı açıklıkla söylenmiyor. Yönetilen ve yöneten ayrımında, yönetilenler halk ise, o zaman yönetenler kim ve yönetilenler kim sorusuna geçilecektir. Bir başka yaklaşım, üreten, emeği ile geçinen kesim olarak düşünülebilir, o zaman açıklıkla bu söylenebilir.

[45] Bu anlayıştaki eksikliğin temeli, kapitalist sermayenin tanımından, niteliğinden kaynaklanıyor. Kapitalist sermaye, aynı zamanda bir kapitalist egemenliğe karşılık gelir. Bu, ekonomik ve siyasi düzeyde, kısaca, ikisi bir arada ideolojik düzeyde böyledir. Bu özellik, sermayeni var olabilmesi için kaçınızdır. Sermaye, kendini yeniden üretme sürecinde, kar oranlarının veri döneme özgü koşullardaki en yüksek kar oranlarını gözler. Bu kesimde kendini yeniden üretmek durumundadır. Sermayenin an yüksek kar oranları gözlemesi dışında bir yasası yoktur. O zaman, onun toplumsal görev ve sorumluluklarının olduğu, halkın çıkarları doğrultusunda hazırlanan bir ekonomik planı kabul etmesi düşünülemez.

[46] Gerçekte, halkçılık, devrimcilik ve milliyetçilik CHP’nin altı ilkesi içinde yer alan halkçı söylemler. Ama bugün bile bu söylemlerin devrimciler tarafından kullanılıyor olmasına bakarak TİP’in suçlanmaması gerekiyor.

[47] Oysa reform, devrimciliğin karşıtı olmasa bile, onun yerine önerilen, geçici önlemleri içeren, kesin çözüm üretmeyen, sonuçta bu niteliği ile devrim kavramına karşı olan bir anlayıştır.

[48] Bu da gerçekte milliyetçiliği değil, şöven milliyetçiliği tanımlıyor. Ulusal çıkarların savunulması demek olan milliyetçilik ile ulusal sınırlarda yaşayan herkesin Türk olduğunu (yada olmak zorunda olduğunu) söylemek, birbirinden çok farklı şeyler.

[49] Üretim güçlerinin gelişmesi açısından ele alındığında, toprak reformu ile ilgili olan sorun, tarımsal işletme büyüklüğü ile ilgili sorun kapsamında ele alınmalıdır. Bu da, esas olarak çağdaş tarımsal tekniklerin uygulanması ve tarımda makineleşmenin yaygınlaşması ile yakından ilgilidir. Bu iki zorunlu durum, tarımsal işletmelerin belli büyüklükte olmasını gerekli kılar. Tarım toprakları, en uygun sınırlar içinde ne kadar büyük olursa, gübre ve tohumluk dahil, modern tekniklerin uygulanması ve makineleşmenin sağlanması o derece kolaylaşır. Sömürücü toprak mülkiyetinin sınırlanması amaçlandığına göre, büyük tarım işletmelerinin yararlarından bahsetmek zorlaşıyor. Tarımsal arazilerin tek elde toplanması da, gerçekte söz konusu modern üretim tekniklerinin zorunlu bir sonucu aynı zamanda. Bu tekniklerin etkili biçimde uygulanamadığı orta ve küçük tarım çiftlikleri, bunu uygulayabilen büyük tarım çiftliklerinin rekabetine dayanamıyorlar, tasfiye oluyorlar. Bu şekilde tarım topraklarında da bir birikim yaşanıyor. Topraksız ve az topraklı köylülere toprak reformu yolu ile toprak sağlanması da, sağlanacak bu toprakların tarımsal tekniklerin gerektirdiği büyüklükte olmaları dışında, aynı rekabet içinde yok olmaları kaçınılmaz.

[50] Yine Programda verilen tarımsal kesimdeki ailelerin %85’inin toprağı kendine yeterli değil. Bunların elinde 1 ila 100 dönüm, ortalama 50 dönüm arsa var. Geçimlerini topraktan sağlayabildiği düşünülen orta köylülerin oranı %15 ve 100 ila 30 bin dönüm, bu sınır değerin ortalaması olan 15 bin dönüm arsaları var. Demek ki, Yaklaşık 2 milyon aileye, bu ortalamanın çok altında, 1.000 dönüm arazi dağıtılmaya kalkışılsa, 2 milyar dönüm ekilebilir arazi bulunması gerekir.[51] Sanayileşme, kalkınma ile birlikte TİP’in Programında gerçekleştireceğini söylediği vaatlerin başında geliyor. Bunun bir yenilik, önemli bir değişim, ilerici, devrimci düşüncenin bir ürünü olabilmesi için, Türkiye’nin geri kalmış, sanayileşmemiş bir ülke olması gerek.

[52] Bir kere daha kalkınma ve sanayileşme edebiyatına dayandırılan sosyalizm anlayışının özet olarak tanımlanması örneği veriliyor.

[53] Kuşkusuz, burada bilerek yapılmış bir anlatım söz konusu değil. Ama bir taraftan işçi sınıfının öncülüğünde bir başlayıp ve onun biliminin ışığında olunacağını söyleyip, daha sonra işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda görüş belirtmek yerine eklektik anlayışla hareket edildiğinde, bu tür açmazlara düşmek kaçınılmaz olur.

[54] M. Kemal’in kapitalizm ve emperyalizm adını alarak söylediği ve bir daha da söylemediği sözlerin hangi koşullarda söylendiğine bakmak gerekir: Düşman, 10 Temmuz 1921 gününde genel bir taarruza geçer. Düşman kuvvetleri, 23 Ağustos günü Türk kuvvetleri ile karşı karşıya gelir. Burada çok kanlı ve bunalımlı savaşlar olur. Düşman ordusunun üstün grupları, Türk ordusunun savunma hattını birçok yerden kırar. Türk ordusu, geri çekilmek zorunda kalır. Ankara’ya 50 km yakın bir yerde mevzilenir. Düşman ilerlerken, meclis ve halkta heyecan doruğa varmıştır. M. Kemal, bu durumda, “hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” der. Gerçekten 22 gün, 22 gece, Ankara yakınlarında 100 km bir alan içinde çarpışmalar devam eden ve sonunda Türk kuvvetleri üstün gelir. Ekim ayı ortalarında düşman, Sakarya nehri cıvarından temizlenmiştir. Düşmanın Ankara’ya yönelerek Meclis’i ve tümüyle Türk ulusunu hedef alması ve bunu yapmasına ramak kalmasının hemen ardından M. Kemal, bu konuşmayı yapar.

[55] İkilem, programda bu kadar çarpıcı veriliyor: bizi yutmak isteyenlere karşı canımızı dişimize takıp savaş verdikten hemen sonra, onların işbirlikçilerinin devlet koruması altına alınması mümkün olabiliyor.