Bölüm VII

Türkiye Komünist Partisi


“TKP tarihin kesintisiz süregeldiği uzun dönemi izleyen ani bir canlı ve hareketli bir görünüm kazanan gelişme sonrasında yeniden aynı mistik öğelerle donatılmış bir program ile ortaya çıkar. Artık geçmişi ile taban tabana zıt bir görünüm kazanan 1970’ler Türkiye’sinde gelişigüzel bir mantık içinde, üstüne üstlük çok gerilerde bir programdır bu. Tek farkla ki, o da, bu değerlendirmelerin, esas olarak TKP’nin konumuna bir ayna tutmasıdır. Böyle olduğunda da, onun konumunu tam olarak yansıtmakta yetersiz kalır. Oysa TKP politikasının programında yansıdığı biçimiyle tam olarak ışık tutulmasında onun sınıfsal yer alışının da değerlendirmelere yansıtılması gerekiyor. Bu yer alış, TKP’nin küçük burjuva konumundan kaynaklanır. Bu konumunun “Marksist” bakış açısıyla yansıtılması ise küçük burjuva radikalizmi olacaktır.”[1]

TKP hareketi, 1930’lardan sonra, kendine uzunca bir zaman aradığı faşizme karşı geniş bir halk cephesi bahanesinden sonra, 1960’ların canlanan sınıf hareketini bir kez daha karıştırmak için ortaya çıkmadan önce uzun bir yaz-kış uykusuna yattı. Bu arada her nedense, Türk polisini yeterince kuşkulandırmayı başarmıştı. Zaten 2. dünya savaşı ile sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi ve Türkiye’nin Sovyetleri çevreleyecek demir perde içinde önemli bir vurucu güç olarak yerini alması ile Türk polisinin böyle bir bahaneye de gereksinimi yoktu zaten. Savaş sonrasında hırsız oynayacak bir avuç iyi niyetli komünist işçi ve komünistler vardı. Bunlar, artık her 1 Mayıs’ta içeri alınırlar ve sürekli gözaltında bulundurulur. Bir tarafta siyasi şube diğer tarafta eski tüfek komünistlerin oynadığı bir oyunudur TKP’nin mücadele tarihi.

Hiç kuşkusuz, burada tek tek kişi olarak inanmış komünistlerin çektiği acı ve çilelerin çok derin ve onulmaz olduğu yadsınmamaktadır. Bunlar, çok büyük acılara katlanmak durumunda kalmışlar, “tabutluk” olarak bilinen ve bir insanın ayakta durmasının mümkün olmadığı hücrelere aylarca tutulmuşlardır. Bu insanlar Türkiye işçi sınıfının en büyük onurlarıdır. Onları her zaman saygıyla anılacaktır.

Ama bizler geriye dönüp baktığımızda, gelecek işçi sınıfı kuşaklarına Türk işçi sınıfı hareketinin ilk başlarında yer alan örgütlü hareket için kesintisiz bölünme ve bitmez tükenmez karalama edebiyatı yapmanın ötesine bir miras bırakmalarını umulurdu. Hatta bu insanların, 60’lar sonrasında çıkıp yükselen sınıf hareketinde, iyisiyle kötüsüyle el uzatmalarını beklenir, ayrı birer aktör olarak hareketin bir ucundan çektirip onun daha da geri dönülemeyecek ve uçlara savrulmasına engel olmaları beklenirdi.

Ama bu yapılamadı. Bir tarafta mülteci grup olarak tanımlanan ve öte tarafta bunlara muarız M. Belli ve H. Kıvılcımlı, geleneksel misyonu sürdürmekte kararlıydılar. Bu sefer bu kararlılığını kendi dışındakilere kanıtlama peşindeydiler. Utkan geleneğinden kaynaklanıyor olsa gerek; dört bir taraftan el birliği yaptılar ve belli bir canlanma içine giren sınıf hareketini baltalayarak onu bitap düşürdükten sonra, kendine özgü çok kısa vadeli, tutarsız ve gelenekten yoksun hareketin öncüsü oldular ve hiç iz bırakmadan yitip gittiler. Bugünden bakıldığında, sözü ona ayrı kamplarda yer alan her üç hareketin de özünde aynı tutarsız ve proletarya hareketine düşman görüşlerin yaptığı tahribatı geri dönülemez biçimde yapmış oldular

“Kısa TKP Tarihi”

İlginçtir, Türkiye’de çok çeşitli grup ve fraksiyon TKP tarihine sahip çıkmış ve kendilerini bir şekilde onun uzantısı olduğunu ileri sürmüştür. Ama kuşkusuz, bunu sözde kalmayıp, adını da TKP olarak değiştirerek kendisi görece olarak çok yeni sayılabilecek bir oluşum olmasına karşın, Türkiye’nin en eski olmasa da, en eskilerinden biri olan TKP hareketini esaslı bir biçimde içselleştirmeyi başarmış eski SİP, yeni TKP’nin değerlendirmesine göz atmak kıyaslamalı değerlendirme yapılması açısından yararlı olacaktır.

Eski TKP ile ilgili değerlendirmesinde TKP de geleneksel Türk işçi sınıfı tarihi için TKP’yi ilk sınıf örgütü konumuna yerleştiriyor ve Osmanlı toplumu içinde TKP öncesi sol ve devrimci hareketleri esas olarak etnik ve dinsel çizgilerde olarak değerlendiriyor. Böylelikle bir kez daha Türk işçi sınıfı hareketi neredeyse tümüyle bizatihi sınıf hareketinden çok İstanbul’un işgali ile başlayan ulusal bilince indirgeniyor.

TKP’nin kuruluşu öncesinde 1908 yılından itibaren güçlü grev dalgaları ile kendini gösteren sınıf hareketinin bir yansıması olarak kurulan ve daha sonra da Enternasyonal tarafından tanınan hareketin etnik ve dinsel nitelikte olduğu ileri sürülerek, daha önce göz ardı edilen hatalı tutumun daha da gerisine düşülmüş oluyor. Türk sınıf hareketinin dinsel unsurlara sahip olduğu neye dayandırılmıştır, bilinmez, ama bu hareketin etnik olduğu hiç mi hiç söylenemez. Hareketin siyasi örgütü böyle bir anlayışın tam karşısında yer almış ve farklı etnik grupların kucaklanması nedeniyle bu konuda tarafsızlığını sonuna kadar korumayı bilmiştir. Hatta partinin o dönemde içinde bulunduğu coğrafya içinde ulusal kurtuluş hareketine tepeden bakar görünmesi, muhalifleri tarafından katı bir işçici anlayışı olarak suçlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan yeni Türkiye içinde TKP, yeni toplumun kuruluşu heyecanına canı gönülden katılmıştı. Bu arada TKP, M. Suphi önderliğinde 10 Eylül 1920 tarihinde kuruluş kongresini yapmıştı. Ama kendisini gün yüzüne çıkartamamış ve çalışmasını yasa dışı koşullarda sürdürmekteydi. Bir başka deyişle TKP “milli burjuvazinin” kurtuluş hareketine katılmıştır, ama bunu her nedense kendi kimliği ile değil, ama bir başkasının kimliği ile yapmak zorunda kalmıştır.

Buna rağmen, TKP, “hızla gelişmekte olan işçi sınıfı içinde taraftar bulmaktadır.” Ama ne var ki, parti içi sorunlar, onun güçlü bir kuruluş haline dönüşmesini engelleşiştir. Ancak buna rağmen, aralarında N. Hikmet gibi entellektüeller partiye katılmışlardır ve onun daha sonraki on yıllarda yeniden hayat bulmasına ciddi katkılarda bulunmuştur.

TKP’nin cumhuriyetin kuruluş dönemleri ve sonrasında o günün özgün koşullarında “komünist” faaliyetlerini ihtiyatla yürüttüğü, ancak cumhuriyetin kısa bir süre içinde karşılaştığı sınıfsal ve etnik muhalefet karşısında kendini savunmak için baskı rejimine yönetmesi karşısında bu ihtiyatlı tavrını daha da sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Hasılı TKP, kuruluşunun ilk dönemleri ve sonrasında uzunca bir dönem, üzerinde durulabilir bir geleneği oluşturacak bir hareketin içinde olamamıştır. Zaten TKP’nin günümüzdeki izleyicileri de TKP’nin cumhuriyetin ilk yıllarındaki tarihi üzerinde pek fazla durmamaktadır.

Cumhuriyetin çok da uzun süren baskı rejiminin sona ermesi ve özellikle işçi sınıfının ekonomik mücadelesi karşısında daha somut tavizler vermek durumunda olduğu dönemde TKP, bu sefer "yarı-yasal örgütler ve bu arada DİSK içinde yasadışı faaliyet yaparak kendini göstermeye başlar.” Oysa yeni anayasa ile getirilen özgürlük ortamında TİP kurulmuş ve seçimlere girme başarısını gösterecek düzeyde tüm ülke çapında asgari düzeyde örgütlenmeyi başarmıştır. Bugün bile altından kalkılamayacak bir başarıdır bu. Ama TİP bununla da kalmamış, kısa bir süre içinde ses getiren hatiplerinin de sürüklediği bir heyecan yaratarak öylesine popüler bir parti haline gelmiştir ki, meclis içinde grup kuracak düzeyde milletvekiline sahip olmuştur. Kimi zaman böyle bir heyecan ve başarının olası bir iktidar alternatifi olabileceği doğrultusunda umutların yeşermesine yol açılmıştır.

Bu arada da TİP içinde TKP'liler yaygın bir biçimde faaliyet göstermekte, eski TKP’liler ve TKP yandaşları, parti içinde hiçbir şekilde TKP’nin yeniden faaliyete geçmesine gerek duyulmayacak örgütlülük içined çalışmalarını sürdürebilmektedir.

Gerçekte, TİP, en güçlü olduğu dönemde, Türk solu içinde yer alan tüm kesimleri içinde barındırmaktaydı. Ama her nedense, bu kesimler kimi zaman TİP'in program ve tüzükleri yanı sıra, parti çizgisini oluşturan görüş ve düşünceler ışığında belli bir disiplin altında tutuluyordu. Parti, çok seslilik içinde merkezi yapısını korumaya çalışıyor ve bunu birçok yerde bu çizgiden farklı olanların etkinlik kazanması ve yerel parti yönetimlerine gelebilmiş olmalarına karşın, bu merkezi yapı sonuna kadar korunabiliyordu.

Parti içinde etkinliklerini büyütmek isteyen kimi kesimler, bunun beyhude olduğunu anlamaya başladıklarında partiden uzaklaşmaktaydılar. Genellikle 1968 ruhunu yansıtan maceracı gruplardı bunlar. “D. Gezmiş, M. Çayan ve İ. Kaypakkaya gibi çeşitli farklı “devrim biçimlerini” savunanlar partiden uzaklaştırıldılar veya kendileri ayrıldılar.

TKP’nin DİSK örgütü içinde içinde ve yarı-yasal olarak tanımlanan kişiler yanı sıra, kimi kadın ve gençlik örgütleri dışında kendilerine özgü faaliyetlere başlamıştı. DİSK içinde kendine yer bulmaları anlamlıydı; çünkü DİSK’in TİP ilişkisi her zaman sorunlu olmuş ve kimi DİSK üyeleri, konfederasyonun sınıf siyasetine çok fazla bağlı kalmaları onun asıl mücadele alanı için yararlı olmayacağı endişesini taşımaktaydılar. En azından DİSK içinde, bu kadar sınıf siyaseti fazla anlayışı hakim olmuştu; ama tam bu arada daha yoğun siyasi ilişki oluşturulmaktaydı.

Kuşkusuz DİSK’in liderleri “45 sendikacılar” kuşağından geliyorlardı ve sınıf siyasetinin sendikaların elinde bir koz olduğunu biliyorlardı. Ama DİSK için "dozu ayarlanmış siyaset” zorunlu idiyse, yasadışı TKP değil, yasal TİP bunun için daha uygundu.

Her nedense, korku ve endişeler bir tarafa itildi ve DİSK’in devrimi imajı, yasadışı TKP ve yarı-yasal kadın ve gençlik örgütleri ile çok daha parlak bir hale geldi. Ne var ki, bu mutlu senaryonun aksayan bir tek yanı onun finaliydi. Bugün DİSK’in içinde bulunduğu acınası durumun onun eski yöneticilerinin daha ilk baştan beri kendini beğenmiş, inişli çıkışlı ve anlaşılmaz tutumları olmuştu. DİSK içinde yürütülen sınıf siyaseti her zaman gizemli olmuştu.

Daha en başından beri DİSK, İngiltere'deki gibi, partiler üstü olmak istemiş, ama bunu kotaracak kadroları kendine içselleştirememişti. TKP ile bunu yapmaya çalıştılar. Ama bu sefer sürüden ayrılmış olmaları nedeniyle kurda kuşa yem oldular. Her ne olduysa oldu, ama en azından Türk sendika hareketinde en büyük yanlışlardan birinin DİSK’in kuruluşu olduğunu dersi alınmış oldu.

TKP TİP’e Karşı Hücuma Geçiyor

Bu ilişkiyi incelemek “sol” siyasetin şaşırtıcı seyrini görmek bakımından ilginçtir. Yukarıda kısaca deyinildi. Karşılaşma TİP kuruluşu ile birlikte oldu. Ama neden daha önce olmadığı ise yanıtlanmamış bir sorudur. Oysa sendikacılara parti lazımdı. Bunun için çok uğraştılar. Sonunda M. A. Aybar’ı bulmuşlardı, ama ne var ki Aybar sosyalist değil, idealist bir demokrattı. Fakat sendikacılar deneyimliydiler; sınıf siyasetini de az çok parmaklarının ucunda hissetmekteydiler. Seçimleri isabetli oldu.

TKP, liderlik değil, ama aynı zamanda kadro sorunu için çözüm olmadı. TİP’in kuruluşu ve programıyla, tüzüğüyle, vs. doğum pek sıkıntılı oldu. Neyse tarihsel koşullar uygundu ve TİP yerli yerinde tutarlı bir parti kimliği ile o dönemin koşullarına tam olarak yanıt verecek düzeyde oluşturulabildi.

TİP’in kuruluş dönemi içinde eski tüfeklerin kuruluşa katılım için girişimde bulunulduğuna ilişkin bir bilgi yoktur. Oysa bu dönemde kurucuların sahip olmadığı tek şey parti deneyimiydi. Hatta denilebilir ki, kurucular sosyalizmi bile bilmiyorlardı.

Ama daha sonra eski tüfek TKP’li veya onların yandaşlarının parti içinde ortaya çıktığına tanık olundu. Kimilerine göre bu olumlu bir katkı olmuştu. TİP’in ilk yerel yöneticileri TKP yerel örgütlerinden söz edildiğini duymuşlardır, ama aralarında herhangi bir tanıklık yapan yoktur. Yada çok sıkı yasadışılık yürütülüyor olmalıdır.

Eski TKP’lilerin TİP’in ülke çapında örgütlenmesinde ve yaygınlaşmasında faal rol oynadıkları biraz fazla iyi niyetli değerlendirmedir. Yurt çapında eski tüfek TKP’liler gürünmüş, ama onlar sadece ilk ve son kez, o da oluşturulan TİP örgütlerine, görünmek amacıyla gelmişler ve yaşanan bu gelişme karşısında gözyaşlarını tutamamıştır. Bunun dışında, yurt çapında TİP örgütlenmesini terziler yapmıştır. Parti, işçi ve köylüye sesleniyor, ama bu seslenişi iki kesim de duymuyordu. Parti, yoksul esnafların partisi haline gelmişti bir anda. TKP’liler ise yaşlı ve yorgundular. Adam adama markaj yapılan dönemlerde onlardan daha fazla katkı beklenemezdi.

TİP kurucuları arasında TKP ile bağlantısı olduğu bilinen hemen hemen hiç kimse yoktu. Ama daha sonra partiye girmelerine hiç kimse ses çıkarmayacaktı. Öte yandan TİP’e katılanlar, yeni oluşan parti içinde etkin olabileceklerini fark ederler. Nitekim partinin bilim kurulu içinde etkinlik kazanırlar. Aynı şekilde, 1963 yılından sonra yayınlanmaya başlanan haftalık Sosyal Adalet dergisi yazı kurulu içinde de etkindirler. Artık TİP içinde partililer yavaş yavaş etkin olmaya başlarlar.

Sorun, işçi sınıfı öncülüğü ile bağlantılı olarak çıkar. TKP’liler, bunun söz konusu olamayacağını, olsa olsa fiili öncülük olabileceğini söylerler. TKP’liler, Türkiye’nin az gelişmiş bir ülke olduğunu, bu koşullarda aydınların çok önem taşıdığını söylerler, Türkiye için sorun, milli demokratik bir çizgide, bütün ilerici, yurtsever güçleri bir cephede birleştirmektir. Böyle bir cephede küçük burjuva aydın tabakanın ve milli burjuvazinin yeri vardır ve bu yer oldukça önemlidir.

Milli demokratik görüşü savunanlar, Sosyal Adalet’teki yazılarında görüşlerini dile getirirler. Bu dergide az gelişmiş ülkelerin kalkınma yolları ele alınır, kapitalist olmayan kalkınma yolunun devlet biçiminin “demokratik devlet” olduğu belirtilir. Bu, herhangi bir sınıfın veya sınıf ittifakının devleti değil, ama emperyalizme ve feodalizme karşı mücadele vermiş bütün ilerici ve yurtsever sınıf ve tabakaların devleti olacaktır.

TKP’liler tüzüğün ikinci maddesinin tadilatı ile bağlantılı olarak tartışma başlatırlar. Getirilen değişiklik önerisi, “işçi sınıfı öncülüğü” kavramını içermekle beraber, bu öncülük küçük esnaf, aylıklı ve ücretlilere, dar gelirlilere bir öncülük olarak formüle edilmiştir. Ancak milli demokratik görüşü savunan TKP’liler, böyle bir durumun, “tüzüğün partinin karakterini tanımlayan maddesini değiştirecek nitelikte olduğunu” ileri sürerek değişikliğe karşı çıkarlar. Uzun tartışmalardan sonra, programda yer almakta olan tanımlama üzerinde görüş birliğine varılır. Bu da tüzükteki tanımlamadan farklıdır; ama özü aynı kalır ve işçi sınıfı öncülüğü ilkesi, tümüyle yok edilmekten kurtulmuştur. Uzun yıllar, 1968’de olağanüstü büyük kongrede Tüzüğün 2. Maddesi yeniden kaleme alınıncaya kadar Program ve Tüzük arasında bu şekilde yaratılmış farklılık sürecekti.

Kuşkusuz, bütün bu tartışmalar, daha sonra kesin çizgileri ile kendini bir hizip niteliğinde ortaya koyacak olan milli demokratik devrim kavramı odaklıdır. Bu görünüşü savunanlara göre, milli demokratik nitelikteki devlet, bütün ilerici ve yurtsever tabakaların yapacağı antiemperyalist ve anti feodal mücadele sonucu oluşturulur. Bu tür mücadele biçimi, Türkiye’yi yarı sömürge ve yarı feodal nitelikte olduğunu ileri sürer. Türkiye’de kapitalizm gelişmemiş, işçi sınıfı güçsüz durumdadır, bu nedenle, işçi sınıfının öncü güç olması söz konusu edilemez.

Bu anlayış, Parti programına tümüyle aykırıdır. Tüzük ve Parti Programında, partinin, işçi sınıfının ve onun öncülüğünde diğer emekçi sınıfların partisi olduğu açıklıkla belirtilir. Parti programında da belirtilen kapitalist olmayan kalkınma yolu, emekçi sınıfının iktidarını gerektirir. Partinin iktidara gelmesi ile halktan yana bir devletçilik gerçekleştirilecektir.[2]

TKP’nin Açık Saldırısı

TİP, İzmir kongresine, işçi sınıfı öncülüğü ve bununla bağlantılı devrim niteliği konusunda farklı düşünen ve henüz Parti disiplini içinde davranan demokratik devrimci muhalefetle girer.[3] Muhalefet grubu, Programın oylanması ve onaylanmasına karşın ayrılıklarını devam ettirirler. Tüzüğün 53. Maddesi üzerinde[4] işçi ve işçi olmayan ayrımı konusunda tartışma açılır. Tüzüğün bu maddesinin değiştirilmesi ve bu maddenin getirmiş olduğu ayrımın kaldırılması istenir. Parti içi muhalefet, bu uygulamaya şiddetle karşı çıkar. Ancak Tüzük değişikliği kabul edilir ve işçi ve işçi olmayanlar için ayrı ayrı seçimler yapılır.

Parti yönetimi ile açıkça muhalefete geçen TKP’liler arasında Partinin gençlik kolları temsilcilerinin kongreye katılıp katılmaması konusu uzun uzun tartışılır, sonucunda katılmaları önerisi kabul edilmez. Katılmalarından yana olanların başında yine aynı muhalefet kesimi içinde yer alanlar başı çeker.

İzmir kongresinin bitmesinden sonra da ayrılıklar ve çekişmelerin sonu gelmez. Muhalefet grubunda yer alan iki MYK Kurulu üyesi, kurulun iki toplantısına katıldıktan sonra istifa ederler ve TKP muhalefet grubuna katılır. Seçim sonuçlarından hoşnut olmayan ve seçilemeyenler bir araya gelerek 28 Şubat 1964 tarihli ve genel başkan ve merkez yönetim kurulu ile bütün il başkanlarına gönderildiği belirtilen 22 imzalı[5] bir yazılı muhtıra verirler ve Parti Kongresinin yeniden yapılmasını talep ederler.[6]

Söz konusu muhtırada, büyük kongrede merkez organları seçiminin yasalar ve Parti Tüzük hükümlerine aykırı olarak yapıldığı ileri sürülür. Bunun için, Parti genel yönetim kurulunun, 19 Mart 1964 tarihinde yapılan kongreyi “seçimlerin yenilenmesi” gündemi ile yeniden toplaması istenir. Bunun gerekçesi olarak medeni kanunun 68. Maddesi gösterilir, bu şekilde, aksi taktirde seçimlerin iptalı için yasal başvuru yoluna gidileceği ima edilir. Bu şekilde TKP’liler, parti içi özgün bir sorun konusunda burjuva yasalarının hakemliğine başvurulacağı şantajını yapmaktadır.

22 kişinin verdiği muhtıra, başlıca üç noktada toplanır. Kongrede, Parti Tüzüğünün 18. Maddesinin (i) bendi yerine getirilmemiş, aday listelerinde bu hükme göre, üye sayısı kadar aday gösterilmesi gerekirken, bu yapılmamıştır ve bu yüzden de kulis faaliyetlerinin ortaya çıkılmasına yol açılmıştır.[7] İtiraz edilen ikinci husus, Tüzüğün 53. Maddesi ile ilgilidir. Bu madde ile ilgili olarak Tüzüğün, parti kurullarının yarısından fazlasının işçi olması “gözetilir” hükmü, muhtıra sahiplerine göre bir mecburiyet olarak yorumlanmış, bu doğrultuda, iki ayrı liste ve iki sandık ile seçim yapılmış, bu da seçilme özgürlüğünü zedeleyici bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylelikle TKP’liler, faşizmin bir hediyesi olan korporatizmin bir biçimine yol açılmış olduğunu ileri sürerler. Aydınlar emekçi oldukları halde, işçi sayılmamıştır. Böylece iki sandık yöntemi ile ulus yönetimi, çalışanların ancak yüzde 9’unun oluşturduğu kesime verilmek istenmiştir. İşçi sınıfının öncülüğü, ulusun yönetiminde önceliğin verilmesi demek olmamalıdır.[8]

Muhtırada yer alan üçüncü gerekçe, gençlik kolları il başkanlarını kongreye katılmaları ile ilgilidir. Muhtıra, Tüzüğün değiştirilen 10. Maddesi uyarınca bu gibilerin delege olabileceklerini öngörürken, asılsız bir gerekçe ile bu kararın atıl olduğu ileri sürülmüş, kongrede delegeler bu şekilde aldatılmış ve ikinci bir karar alınarak gençlik kolları il başkanlarının delegelikleri engellenmiştir.[9]

Bu gelişme üzerine, Genel Yönetim Kurulu, Mart ayında toplanır. Muhtıra sahiplerinin Parti disiplinine açıkça ve ağır şekilde aykırı davranışları ortada iken, Kurul, anlayış gösterir ve bir işlem yapmaz, görüşmeyi erteler ve bir genelge ile muhtıra eleştiri ve suçlamaların yanıtlanması, bu üyeleri de Partide çalışmaya davet edilerek kendilerine görev verilmesi kararı alınır.[10]

Komplocu Genç TKP’liler

Başlangıçtan beri Türkiye İşçi Partisinde her şey, M. A. Aybar ile başlar onunla biter. Onun bu “ceberut” tavrı, kişiliği ile olduğu kadar, daha çok yaşadıkları ile bağlantılıdır. Geleneksel olarak hemen hiç birikimi olmayan Parti ve Parti merkez yöneticileri, kendi yolunu kendileri çizmek durumundadır. Her şey o anda başlamış gibidir. Herkes her şeyi sıfırdan öğrenmek durumundadır. M. A. Aybar, Partiyi kendi deneyimlerine göre yönetir. Bu deneyim ona gençlerden uzak dur demektedir. Partisinin kaderi, dün yapıldığı gibi, bugün de her an Polisin kuracağı bir komplo ile kapatılabilir. Yine gençler, dün olduğu gibi, bugün de egemen kesimlerle işbirliği yaparak Partinin kapanmasına yol açabilir. Ve onun bu kehaneti gerçekleşir. TİP’in sonu ne Kürt sorununu gündeme taşıması, de cuntadır. TİP’in sonu, TKP’li akıl babalarının da katkıları ile partinin saldıran gençlerdir.[11]

M. A. Aybar’ın parti içindeki bu ceberut yönetimi, parti merkez yönetimine karşı hoşnutsuzluğu körükleyen bir unsur olur. Başını M. Belli’nin çeken grup, kendilerini ilk kez 22 Ekim 1966 tarihinde toplanan İstanbul İl seçimlerinde gösterir. Parti merkez yönetimine karşı olanlar, bir güç denemesinde bulunurlar. H.Kıvılcımlı’nın Partiye üye yapılması için çok imzalı bir önerge verirler. H. Kıvılcımlı’nın partiye karşı olan görüşleri bilinmektedir. Kongre sonrası Parti merkez yürütme kurulu, İstanbul kongresinde muhalefet yapanları partiden ihraç istemiyle onur kuruluna verir. Ancak kurul, bu istemi reddeder.

Parti içinde muhalefet yapanlar, görüşlerini Yön dergisinde sergileyen M.Belli’nin çevresinde toplanırlar. Parti Merkez Yönetimi, partiye karşı muhalefet hareketini bir türlü hazmedemez. Yapılacak 2. Parti olağan kongresinin, muhalefet hareketinin güçlü olduğu İstanbul ve kısmen Ankara’dan uzakta olmasını sağlamak için Malatya’da yapılması kararlaştırılır. Bunun yanı sıra, siyasi partiler kanunu, parti merkez yönetimine muhalefete karşı bir olanak sağlamaktadır. Artık il başkanları ve il haysiyet divanı başkanlarının kongre doğal üyesi olmaları mümkün değildir. Böylelikle, Parti genel yönetim kurulu, merkez haysiyet divanı ve parlamenterler ile birlikte oluşturulan merkez delegeler bloğu, partide seçilmemiş delegeler olarak çoğunluğu oluşturabilmektedir. Parti, aynı zamanda yeni partiler yasasına göre değişiklik yapar ve kongreye işçi sınıfı ve sosyalist aydınların ve bu doğrultuda muhalefetin yoğun olduğu büyük illerdeki delege sayısını kısıtlar. Bu durumda, değiştirilen tüzüğe göre, büyük iller dışında 31 Parti üyesine bir delege düşerken, İstanbul’da 454 üye başına bir delege düşer.

Parti merkez yönetimi, milletvekilleri seçimi ve daha sonraki parlamento çalışmalarının yansımalarının verdiği güçle, parti içinde çok katı bir merkeziyetçi yapıya kayar. Muhalefet böylesine yaygın ve güçlü bir yapıyı kesinlikle içine sindiremez. Parti yönetimi, buna şu gerekçeyi gösterir: “... Dış çevreler, bizi eritmek için, baskı yöntemlerinin yanı sıra, partiyi içinden yıkmak istiyor. Bunu ya partiye ajanlar sokarak, ya da iyi niyetli insanları kötü yönde kışkırtarak yapıyorlar. Bu durumda birlik olmamız, bunları temizlememiz gerekir ...”[12]

Artık parti tüzüğünde yapılan değişiklikler sonucunda, eski tüfek muhalefet temsilcilerinin kongre sırasında bir etkinlik göstermeleri mümkün olmaz. Merkez yönetimine karşı görüşte olanlar, bu görüşlerini herhangi bir şekilde yazılı metin olarak bile toparlayacak, bunları kürsüde dile getirecek ağırlıkta olamaz.[13]

Malatya Kongresinde Muhalefet

TKP’liler, daha çok Şişli ilçesinde kümelenmiştir. Olaylı Gültepe İlçe binası açılışının ardından Şişli ilçesi, İl binasına taşınır. Ancak İlçe yönetimi, daha bağımsız davranmak amacıyla İlçeyi Pangaltı'da bir binaya taşır. İlçe yönetimi, örgütlenme konusunda büyük çaba gösterir. Bu kişilere artık “Şişli Grubu” adı verilmektedir.

Şişli Grubu, İl kongresinde önce, diğer ilçelerle de (özellikle Beyoğlu ve Fatih) ilişkisini artırmış ve etkinliğini genişletmiştir. İl kongresine hazırlanan TKP’liler, Şişli ve Beyoğlu ilçe merkezlerinde ilçeler arası toplantılar düzenleyerek İl kongresinde uygulanacak tavrı saptamıştır.

Öte yandan, daha yasal olarak nitelendirilebilecek bir başka muhalefet, Ş. Yıldız’ın Başkanı olduğu İstanbul ilinde oluşmaktadır. Parti içi demokrasinin yerleşmesi ve Genel Merkez yöneticileri yetkilerinin kısıtlanması yönündeki örgütteki genel eğilim, siyasi partiler yasası gereğince yapılan tüzük değişiklikleri ile gerçekleşmemiştir. Büyük kongrede tüzüğün değişmesi için, örgütün il ve ilçe kongrelerinde tartışma yapılmaya başlanmıştır. İstanbul ili ise, bu konuda öncülüğü ele almıştır. Gerekçeli tüzük değişikliği tasarısı hazırlayarak, gündem maddesi haline getirmek ve tasarıyı kongrenin dilek niteliğindeki kararları arasında belirleyerek Büyük Kongreye gidecek İstanbul delegelerine yön vermek istenmiştir.

Tüzük değişikliği tasarılarının İl ve İlçe kongrelerinde görüşülmesinden doğacak tehlikeyi sezen Genel Merkez, Genel Sekreter A. Selek’in imzasıyla yayınladığı 11.10.1966 gün ve 440 sayılı Genelge ile İl ve İlçe kongrelerinde tüzük değişikliği için müzakere açılmasını ve karar alınmasını yasaklamıştır. “Her organın görev ve yetki sınırları içine giren meseleler en geniş özgürlük içinde tartışılacaktır, ama Program ve Tüzük değişiklikleri, tüzüğe göre, münhasıran Büyük Kongrenin yetkisi içindedir. B. Boran’a göre, ilçe kongrelerinde ilçe sorunları, il kongrelerinde il sorunları tartışılabilir. Genel sorunların tartışma yeri ise Büyük Kongredir.

Bu durumda TKP’li muhalefet ile aynı paralele düşmekten çekinen İstanbul İl Yönetim Kurulu, “Tüzük ile ilgili değişiklik tekliflerin üzerinde görüşme açılamayacağını” belirtmek zorunda kalarak Kongreye gider ve yeni bir muhalefet akımı daha doğmadan bastırılmış olur.

Kongre başkanlığı için Genel Merkez adayı Aren’e karşı muhalefet, önceden aldıkları kararla, Trabzon’dan gelen Ü. Baran’ı aday gösterir. Aren’in ancak bir kaç oy farklı ile bu tanınmayan üyeye karşı Kongre başkanlığını zar zor kazanması, Parti içi yönetimi şaşkınlık ve hiddete düşürür. Başkan vekilliklerine ise muhalefetin önceden özel toplantılarda tespit ettiği adayları seçilmiştir.

Muhalefet, İl yönetim kurulunun çalışma raporunda, “önce bağımsız olalım, ondan sonrasını düşünürüz” şeklinde bir yol çıkar yol değildir” biçiminde belirlenen Parti hattına karşı çıkmaz. Fakat muhalefet, buna karşı A. Ermiş’in sözcülüğüyle, kurucu sendikacılara şiddetle hücum eder. Bu hücumu kongrede konuşan Türkler cevaplandırır. O zamana kadar tavırlarını belli etmeyen sendikacılar, İstanbul Kongresinden sonra muhalefete karşı açık cephe alırlar. Artık onlar Genel Merkezin yanında yer alır. Kongrede konuşan S. Özgüner ise, M. A. Aybar’ın Amerikalılara karşı yaptığı pasif direnişi ele alır, önceden hazırlık yapılmadığı için direktifin ayaklarının havada kaldığını, ciddiyetten uzaklaştığını savunur ve Aybar’ın kampanyasını eleştirir. Seçimlerde de muhalefette olanların bir bölümü, Büyük Kongre delegeliklerini kazanır.

M. A. Aybar’ın İstanbul il kongresine tepkisi sert olur. Ankara kongresine gönderdiği mesajda, “Hevesler kursakta kalacaktır, dost düşman bunu böyle bilmelidir” der. Merkez Yürütme Kurulu derhal harekete geçerek muhalefetin tasfiyesine girişir. İl kongresine hazırlanmak için Beyoğlu ilçesinde toplanan 17 kişi, Partiden kesin ihraç istemiyle Merkez Haysiyet Divanına gönderilir. Divana, aralarında üç Genel Kongre delegesinin de bulunduğu 17 kişi için iletilen yazıda şöyle denilir:

“A. Ermiş adındaki üye, partinin temel ilkelerinden olan kol ve kafa emekçileri arasındaki kardeşçe dayanışma ve işbirliğini zedelemeye kalkışmıştır. Ayrıca, yapılan soruşturmalarda, Şişli, Fatih ve Beyoğlu İlçelerinde bulunan bazı üyelerin, aralarındaki arkadaşlık ilişkilerini Parti içi etkinliklerini arttırmada amaç olarak kullandıkları belirlenmiştir.”

Merkez Yürütme Kurulu, ihraçların Malatya Kongresi öncesine yetişmesini sağlamak için bariz bir Tüzük hatası yapmış, ihraç istemi ile gönderilenler ile Haysiyet Divanı toplantısını aynı anda toplantıya çağırmıştır. 5 Kasım günü yapılan toplantıda, M. A. Aybar, N. Sargın aracılığı ile toplantının seyri hakkında sürekli bilgi edinmek ister, N. Sargın ise olup bitenleri öğrenmek amacıyla sürekli toplantıya girip çıkar. Bu durum, üyelerden Av. A. Ersoy’un tepkisine yol açar. N. Sargın, “Bunlar Partiyi yıkmak isteyen insanlardır, himaye göremezler, daha başka listeler var.” şeklinde konuşur. Av. A. Ersoy ise, “Bu gibi mesnetsiz gerekçelerle bir daha Kurula kimseyi sevk etmeyin” der. Daha sonra, M. A. Aybar’a, “Eskiden küçük gruptuk, aramızda dostluk ve kardeşlik vardı, şimdi ise bu vasıflarımızı yitirdik.” der.

Merkez haysiyet divanı, sonuçta Yürütme Kurulunun istemini reddederek muhalefette yer alan kişilerin çoğu hakkında takipsizlik ve küçük bir kısmı hakkında da soruşturmanın derinleştirilmesine karar verir. Merkez haysiyet divanını bu kararı, bir taraftan muhalefeti örgüt çapında güçlendirirken, diğer taraftan ise muhalefeti olduğundan daha büyük göre Parti içi yönetim, Kongre için gerekli önlemleri almaya başlar.

TKP’lilerin Görüşleri

Parti üyesi TKP’liler muhalefetlerini parti yararına olan görüşlerin savunulması olarak değerlendirmektedirler. Muhalefet yapılmalı, gerçekler açıklıkla sergilenmelidir. Amaç, partideki bir avuç insanın yönetimine son vermek ve partinin sosyalizm davasına daha yararlı olacak öz eleştiri ortamını yaratmaktır.[14] Partinin kuramsal olarak eğitilmiş, eylem içinde yetişmiş kadroları yetiştirebilmesi gerekir. Parti ancak bu şekilde devrimci güçlerin tümünü etkileyebilecek sloganları üreterek tarihsel görevini başarabilir. Bu doğrultuda muhalefet, Türkiye İşçi Partisi’ne aşağıda verilen eleştirileri yöneltir:[15]

Parlamentarizm

Türkiye İşçi Partisi, seçim sırasında “eli nasırlılar meclise” sloganını benimsemiştir. TKP’liler, bu sloganın doğru olduğunu, ancak TİP’in bunun gereğini yerine getirmemiş olduğu görüşündeydi. Merkez yönetimine yakın olanlar, milletvekili olma yarışına girmişti. Seçildikten sonra, maaş, kredi gibi olanaklardan bireysel anlamda yararlanmayı seçmişlerdi. Oysa meclise gerçekten eli nasırlı olanlar sokulmuş olmalıydı. Partide gerçek eli nasırlı olanlar vardı. “...Ve TİP gerçekten emekçi partisi olacaksa, Partimizin gerçek gücünün temeli sayılması gereken (eli nasırlılar) mutlaka ön plana geçirilmelidir. Bu yapılmadıkça, mitinglerde kalabalıklara “İşçiler, Marabalar! “ diye seslenmek, “Emekçi nasırlı eliyle Meclis kürsüsünü yakaladı, kendisini yukarı çekiyor” biçiminde konuşmak, oy avcılarının demagojisi olarak görünecektir halka...”

TKP’lilere göre, 1965 seçimlerinden sonraki ilk günde dile getirilen görüşler, Türk halkının isteklerini yansıtmaktaydı.[16] Ancak daha sonra bu tavır değişmiş, mecliste karşı tarafın saldırıya geçmesi ile TİP milletvekilleri susmuşlardı. Artık mecliste ödün verir görüşler dile getirilmekteydi. Oysa Amerika’ya karşı daha sert tavır takınılmalıydı. M. A. Aybar’ın konuşmasında Amerika’ya teşekkür etmişti ve bu akıl alacak şey değildi. Oysa CHP’li Nihat Erim, Johnson mektubu üzerinde durarak Amerikalıların tüm gücü ile Türkiye’nin karşısında olduğunu belirtmiş, bu tavrı ile M. A. Aybar’ın solunda yer almıştı.

TİP’li milletvekilleri mecliste terör estiren gericilere boyun eğmişlerdi. Oysa halk, kendi temsilcilerinin, aleyhinde çıkacak kanunlara karşı bekçilik yaptığını sanmaktaydı. Partili milletvekilleri ise ancak gericilerin göz yumdukları suya sabuna dokunmayan konuşmalar yapmaktaydı.[17] Oysa mecliste yoksul halk yararına düzenlemeler yapılmalıydı. Senato seçimleri öncesinde TİP’li milletvekilleri göstermelik yasa teklifi vermekteydi. Hâlbuki yasa teklifleri ustaca manevralarla yapılmalıydı ya da yasanın çıkmayacağı bilinerek salt bilinçlendirme amacıyla teklif verilmeliydi. “Partimizin verdiği yasaya göre, 500 dönümden fazla topraklara el koyacağız, patates fabrikası kuracağız” türü vaatlerle halkın karşısına çıkılmamalıydı. Dostlar alışverişte görsün diye verilen yasa teklifleri hayal kırıklığı yaratmıştı.

İttifaklar sorunu

TKP muhalefeti, TİP yönetimini Senato seçimlerinde parlamenter olanaklardan yeterince yararlanamamakla suçluyordu. TİP’lilerin ikinci milli kurtuluş savaşı davası sosyalistlerin tekelinde bir dava olarak göstermelerini eleştirmekteydiler.[18] “...TİP yöneticileri meclisteki yetersizliklerini örtmek için meclis dışında küçük parti toplantılarında keskin devrimci görünme gereğini duydular...”İkinci milli kurtuluş savaşımızın zaferi aynı zamanda demokratik sosyalizmin zaferi olacaktır” diyen TİP’liler milli bağımsızlık davasını, sosyalistlerin tekelinde bir dava olarak göstermektedir...”

TKP’lilere göre gelecekteki demokratik devrimin ana görevi, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığının gerçekleştirilmesi[19], ulusal topluluğumuz dışında sayılması gereken komprador-feodal ağa ortaklığı dışında tüm Türk ulusunun davası idi. “Sosyalistler, bu davada sadece öncü olacaklardı”. Bu aşamada, bağımsız Türkiye’den yana olan, ama sosyalist olmayan çok önemli güçler vardı. TKP "Görevimiz, sosyalistleri öteki millici güçlerden ayırmaya kalkanlara karşı durmak gerekir” demekteydi.

Amerika’ya karşı kutsal mücadele

“Amerikalılara boykot!” sloganı, gelişigüzel ortaya atılmamalıydı. Amerika’ya karşı mücadele kutsal bir mücadeleydi ve M. A. Aybar’ın bu sloganı gelişigüzel geliştirmesi olmazdı, bu bir hafiflik idi.

TİP’lilerin, CHP’lileri karşısına almaları TKP’liler tarafından eleştirilmekteydi. CHP içinde bir uçta komprador-ağa çevreleri temsilcileri, diğer uçta ise Amerikan emperyalizminin en çok çekindiği Kemalist fraksiyon vardı. Bir sosyalist parti, AP’ye kur yaparken, CHP’yi karşısına almamalıydı.[20]

AP’nin Temsil Ettiği Sınıflar

AP de homojen değildi. Komprador feodal ağa ortaklığının politik örgütü niteliliğindeydi. Bu parti içinde ona oy veren, inançlarına bağlı emekçi halk yığınlarının geçici eğilimlerini temsil eden tutucular yer almaktaydı. Ama AP’ye asıl hakim olan emperyalizmin ülkemizdeki en güvenilir dayanağı olan, emperyalizmin yarattığı bir sınıf olan komprador sınıfın temsilcileriydi. İşte TİP’li milletvekili, böyle bir partinin bakanı olan biri için, “Çağlayangil beni tebrik etti” diye övünmemeliydi.[21]

TİP ve Egemen Çevreler

TİP yöneticileri kendilerine yasal çalışma olanağı verilmesi konusunda bir kez daha düşünmeliydi. Egemen çevreler böyle bir olanağı hiçbir zaman sağlamazdı. “...Acaba niçin, dün yoktu da bugün yasal sosyalist partisi var ve bu parti, kendisine çok elverişli bir seçim kanunu ile seçimlere katılma ve parlamentoda temsil olanağı elde edebilmiştir? Oysa TİP’liler 1945-50 demokrasicilik deneyiminin fiyasko ile sonuçlandığını görmeliydiler...”

Egemen çevreler, tabandan gelen güçlü bir baskıya karşı gelemeyip tavizde bulunmamışlardı. TİP’in var olmasının gerçek nedeni, toplumda komprador-ağa ortaklığına karşı olan güçlerin, TİP’i kullanmak istemeleri idi. TİP nasıl olsa başarılı olamazdı. Ama halkın sınıf bilincine seslenirse, onu etkiler ve komprador-ağa ittifakının etkisinden kurutabilirdi.[22]

TKP’nin mirası

“M. Belli, Çinli Marksistlerin görüşlerine ufak bir “Redaksiyon” işlemi yapar, milli demokratik devrim tezini oluşturur, ama eski ve yeniyi bir yana bırakır, kavramlar arasında nitelik ayrımlarını görmezlikten gelir, eski DP’lilerin siyaset alanına sokulması için yapılan Anayasa değişikliği ile yasal haklarına kavuşur. TİP’i yıkma konusunda gösterdiği maharet ile artık kendisinden çok fazla söz edilmeyi hak etmiştir artık..”[23]

Yukarıda alınan alıntıda, bir komplo kuramı temelinde değerlendirme yapılmış görünse de, M. Belli’nin TİP’e girişi ile Türk Solundaki gelişmelere kendi damgasını vurabilmiş olması sanki kendi hakkında söylenenleri doğrular gibidir. Ama bu konuda olayların içinde bizzat yaşamış, değerlendirmiş ve bunları değerlendirerek aktarmış olan bir yetkilinin aynı doğrultudaki görüşleri, bu konuda duranları düşündürecek niteliktedir: 1960’lı yılların unutulmaz kişiliklerinden H. Karadeniz, 1968-69 dönemindeki öğrenci gençlik olaylarını değerlendiren ve çok tutarlı saptamalar yaptığı kitabında, [24], Türk Sol hareketinin geldiği düzeyi şöyle tanımlıyordu: “... Türkiye’de gelişme artık gençliği aşıyordu. Yurt sorunları anlaşılmış, devrimci dünya görüşleri öğrenilmişti. Artık yapılması gereken iktidar savaşıydı...”

1968 ve sonrası dönemde artık yurt ve dünya sorunları ile ilgili geniş bir değerlendirme yapılmıştır. Bundan sonra yapılması gerekenler, artık öğrencilerin işi olmaktan çıkmıştı. Bu işi yapacak olan, örgüt işçi sınıfının örgütü, yani bir parti olmalıydı. Fakat dönemin tek partisi olan TİP içinde çatışmalar büyüyor ve parti yavaş yavaş inisiyatifini kaybediyordu.

Olayların tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de en doruk noktasına çıktığı bir dönem, kuşkusuz egemen çevreleri harekete geçirecekti. Nitekim de öyle oldu. Yapılacak şey açıktı. Tam bu gelişme döneminde Dev-Genç oluşturuldu. Bu bir başlangıçtı. Bu oluşumdan sonra en olmayacak yol seçildi. Gençlik iktidar ortaklığına çağrıldı. Öğrenci gençliğinin olayların gelişme seyrinde rolünün bitti dendiği bir anda birçok genç, bu çağrıyı benimsemişti. Benimsemek zorunda idi. Çünkü hareketin, bir parti tarafından yürütülmek zorunda olduğu noktada, gençlik eylemi bırakamazdı. Yöneleceği parti ile ilgili plan da çoktan yürürlüğe konmuştu.

İşte sol hareketin siyasi partiyi acilen gerektirdiği bir ortamda[25], gençliğin iktidar ortamına çağrılması boşuna değildi. “...Oysa gençliğin iktidarı ele geçirmeye yönelmesi, gençlik eylemlerinin düşebileceği en büyük hatadır. Gerçi 1970 öncesinde iktidara yönelik eylemler daha azdı denebilir. Ancak unutulmamalı ki, bir devrimci cuntanın iktidara el koyma ortamının hazırlanması için gençlik, iktidar ortaklığına bu dönemde çağrılmıştır...”

Hiç olmayacak bir gelişme oldu ve cunta eylemi, gençliği iktidar ortaklığına çağırdı. Daha sonra ise gençlik devrimci cuntanın bir türlü gelmediğini gördüğünden olacak, iktidarı bizzat ele almaya yönelik eylemlere başlayacaktı.[26]

O dönemde, TİP içindeki çatışmaların başlatılması, devrimci cuntanın gençliği iktidar ortaklığına çağırması ile aynı planın bir parçasıydı. H. Karadeniz’in belirttiği gibi, gençlik eylemlerinin bittiği noktaya gelinmişti. Gençliğin yöneleceği siyasi çözümün ilk ve son uğrak noktası parti olacaktı. Gençler partiye yöneldiler, daha doğrusu yönlendirildiler, ona katılmak için değil, ama onu yıkmak için.

TKP’nin misyonu, tam da bu işlevi başlatmıştı. Dev-Genç’in kurulması ve bununla birlikte MDD görüşünün benimsenmesi ile gençlik, siyasi çözüm için TİP içinde daha fazla çalışmaya başladı, ama parti içinde yapılan bir tasfiyenin yönlendirdiği bir dönüş hareketiydi bu. İlk hedef, TİP Şişli ilçesiydi. Yapılan çalışma ile bu ilçe ele geçirildi. Daha sonra sıra diğer ilçelere gelecek ve en sonunda bütün TİP İstanbul İl örgütü, MDD’cilerin eline geçecekti. Ama bu ele geçiriş, gençlik hareketinin siyasi olarak tükendiği noktada, cunta hareketinin gençliği iktidar ortaklığına çağırdığı sırada ve TKP misyonunun devreye girmesi ile olacaktı. TKP’nin örgütsel çalışma biçimi, “sızma” hareketiydi. Yasal, yasadışı, fark etmeyecekti.

TKP, yıllar yılı yasadışı çalışma yapmıştı. Bu TKP’nin tarihsel konumuydu. Yasal örgütsel çalışmalar, TKP için zindanlarda, hücrelerde, hatta tabutluklarda yıllar boyu sürünmek anlamına geliyordu.[27] Bu nedenle zorunlu olarak yasal örgütler içinde sızma onlar için kaçınılmaz bir zorunluluktu.

Uzun yıllar boyunca çekilen bunca eziyet ve çileler, onların bu tarihsel konumlarında kalıcı etki yapmıştı ve TKP hala daha ancak bir “sızma” hareketi ile bir örgütsel ilişkiye girebileceklerini düşünüyorlardı. MDD ideolojik mirasını devrettiği gençler, TİP İstanbul il örgütünü eline geçirdiği andan itibaren örgütün kapanmasına yol açacaktı. Çünkü gelenek, hiçbir zaman bir örgütün yasal koşullarda çalıştırılması, ayakta tutulmasına yönelik olmamıştı. Onların mirasını körü körüne devralan MDD’ci gençlerin çalışmaları, bir örgütü çalıştırmaktan çok o örgütü ele geçirmeye yönelikti. Bir örgüt ya da bir ilçe hedef seçiliyor ve ele geçiriliyordu, ancak ele geçirildikten sonra bir çalışma yapılmıyordu. Gençlik hareketinin bittiği yerde, siyasi örgütün önünü tıkama tarihi misyonunda olan askeri cunta da burada TKP’nin sızma ve onu cansız hale getirme misyonunu kullanıyordu.

TİP İstanbul il örgütü örneği tipiktir. Örgüt ele geçirildikten sonra hedef bir başka örgütü ele geçirmek oluyordu. Hemen hemen aynı insanlar, yeni bir örgütü ele geçirmek için yola çıkıyorlardı. Aynı şeyi FKF içinde de yapacaklardı. FKF genel merkezi, MDD’cilerin elinde olmasına karşın, İstanbul Sekreterliği, MDD’ci değildir. MDD’ciler, ilk olarak Teknik Üniversite birliğine yönelirler. Kongre bir hafta boyunca devam eder. Bir hafta boyunca asker, sivil, aydın zümre ve feodalite konularında gevezelik yapar. Daha sonra FKF İstanbul Sekreterliğine yönelirler. Bu arada iş kaba kuvvete dökülür. FKF sekretaryası, mecburen istifa eder. Genel Kurul Toplanın ve örgüt Dev-Genç’e dönüştürülür.

TKP’nin İdeolojik Mirası: MDD

1960’lı yıllarda Türk Solu içinde, MDD görüşünün TKP yandaşları tarafından benimsetilir. Bu anlamda, M. Belli’nin yanı sıra, Hikmet Kıvılcımlı’nın da önemli etkisi vardır. Her ikisinin de, TKP’nin kurucularından S. Hüsnü Değmer’in savunduğu görüşleri bugüne getirir. Bu durum, aşağıda verilen bir alından da açıkça anlaşılır.[28]

H. Kıvılcımlı’nın Türk Solu dergisinde iki yazısı yayınlanır. Bu yazılarında Türkiye gibi bir ülke içinde MDD anlayışının zorunlu bir aşama olduğunu savunur. Bunun yanı sıra, H. Kıvılcım’lının Aydınlık adlı dergide yayınlanan iki yazısında da yine aynı görüşte olan iki yazısı yayınlanır. Belli ki, H. Kıvılcımlı, TİP içinde başlatılan muhalefetin, daha sonraki gelişmesinden memnun kalmıştır ve MDD ile yapılan tartışma ve çelişkilerde, tavrını açıklıkla ortaya koyarak yerini alma amacındadır.

Bu gelişmelerin ardından, Parti oluşumu arayışı içinde olan MDD’ciler, H. Kıvılcımlı ile temas kurar. Kendisini, Kurultaya davet eder. Bu Kurultaydan bir işçi köylü devrim partisinin program taslağını M. Belli’nin yazdığını, taslağı tartışmak üzere yurt ölçüsünde yapılacak toplantılarda partinin taşra örgütlerinin temelinin atılabileceği söylenir.

H. Kıvılcımlı, yeni bir parti oluşumu için kendisi ile ilişkiye girenlere, Vatan Partisi’ni önerir. Oysa Vatan Partisi, DP iktidarı zamanında kurulmuş yasal bir örgüttür. Her devrimci fikrin boğulduğu bu dönemde kaleme alınan bu programın bu dönemdeki baskının etkilerini taşıması kaçınılmazdır. Parti programında sosyalizmin sözü bile edilmez. Toprak reformuna deyinilmez. Vatan Partisi, açılan soruşturmalarda beraat etmiş ve kapatılmamış, ama kendi kendine yok olmuştur. Ölü bir kuruluşu diriltmenin gereği yoktur.

H. Kıvılcımlı, kendi partisi için bütün bu anlatılanları makul karşılar. Proleter devrimci kurultaya katılacağını söyler. Bu arada bir kitap üzerine çalıştığı anlaşılır. Kitabın adı “Demokratik Zortlama”dır. Kendisine, “zortlama nedir?” diye sorulur. H. Kıvılcımlı, zortlamanın bir halk türküsü olduğunu söyler. Bu türkü türünün ilkel ama çok güzel olduğunu, kendisinin bunu sevdiğini söyler. Ancak milli demokratik devrim üzerine yazdığı bir kitabın daha ciddi olması gerektiğini hatırlatanlara, “kitap bir polemik diliyle yazılmıştır, ayrıca aramızda elbette ki teorik tartışmalar olacaktır” der.

H. Kıvılcımlı, Kurultayda divan başkanı seçilmek ister. Ama hastalığı nüksetmiştir, kurultaya katılamaz. Oysa kurultay ondan çocuk yaşta kurtuluş savaşına çeteci olarak katılan, Türkiye emekçilerinin davası uğruna ömrünün yirmi yılını zindanlarda geçiren, işkence odalarından her zaman galip çıkan biri olarak bahseder. Ama söz konusu kitabı yayınlandığında, sosyalistler arasında bir farklı kuşaktan olan sosyalistlere değindiği anlaşılır. En eski sosyalistler, H. Değmer ve kendisidir, daha sonra da eski sosyalistler gelir. Bundan sonra yeni sosyalistler ve en yeni sosyalistler vardır. M. Belli, M. A. Aybar ile yeni sosyalistler arasında değerlendirilmiştir.

M. Belli’nin, bu kuşak ayrımına itirazı vardır. H. Kıvılcımlı’nın kendisini Türkiye’de ilk Marksist Leninist kişi ile aynı seviyede görmesini çekemediği anlaşılıyor. H. Değmer, Emekçi Partisini kurmuş, Aydınlık dergisini çıkarmış ve devrimci kuramı Türkiye’ye ilk defa uygulamıştır. 1925 yılında sosyalist hareket çalışmalarını yasadışı yürütmeye başlayınca yeni koşullarda örgütlü devrimci eylemi yönetmiştir. H. Değmer, ömrünün sonuna kadar (1959’da ölmüştü) devrimci hareketin bir numaralı adamıydı. Devrimci yaşantısı ile bütün devrimci kuşaklar için örnek ve esin kaynağıydı.

Oysa H. Kıvılcımlı, 15 yaş daha küçüktür. Askeri tıp öğrencisi olarak Aydınlık dergisi ve İşçi Çiftçi Fırkası çevresinde çalışmıştır. Bu, H. Kıvılcımlı’nın kendi deyimi ile savaşa katılmaktır. Ama yazarlık yanı ağır basan H. Kıvılcımlı’nın Aydınlık dergisinde hiç yazısı çıkmaz. Daha sonra M. Belli, yazısında, H. Kıvılcımlı’nın “ben böyle diyorum” demediğini, ama bunun yerine “eski sosyalistler böyle der” dediğini aktarıyor ve bundan alınmış olduğunu, kendisini Ş. Hüsnü ile aynı seviyede saymaya çalıştığını belirterek gösteriyor. Oysa M. Belli’ye göre, Ş. Hüsnü, bir örgüt adamıydı, her görüşü ve davranışı örgütü bağlardı, bu nedenle sıradan bir araştırmacıda hoşgörü ile karşılanabilecek acayip fikirler ondan çıkmazdı. O, örgüt adamı sorumluluğu içinde hareket etmesini bilmişti. Yarım yüzyıl önce yazdığı yazıların bugün bile bilimsel değerinden bir şey yitirmemiş olması bundan ötürüydü. H. Kıvılcımlı, Kemalistlerin milli burjuvazi yaratmak amacıyla kurdukları o dönemin İş Bankası girişimini yerli finans kapital olarak karşılamış, bunu Ş.Hüsnü ciddiye almamıştır.[29] Ş. Hüsnü ve örgütünün tutumu da bu olmuştur.

M. Belli, Ş. Hüsnü’nün H. Kıvılcımlı’nın tarih tezi üzerindeki düşüncelerini şöyle aktarır: “H. Kıvılcımlı arkadaş, sonra gelen sınıflı toplumlara karşı çıkacağım diye, barbarlığı idealize ediyor. Oysa K. Marx, ilkel komünal toplumların idealize edilmemesi konusunda bizi uyarmıştır.” Ş. Hüsnü’ye göre, barbarlığın idealize edilmesi Marksizm değil, Marksizmin inkârı olan ve Töton kabilelerinin geleneklerine dayanan Nazi sosyalizmini savunan Rosenberg’ciliktir.

M. Belli’ye göre, yaptıkları Kemalist Türkiye tahlilinin Ş. Hüsnü’den kaynaklandığını belirtiyor ve onunla ilgili bir anısını aktarıyor. C. Bayar, CHP’ye nasıl bir muhalefet yapacağını kesinleştiremediği dönemde, Z. Sertel ve hapiste yatan sosyalistlere dayanışma mesajlar gönderir. Ş. Hüsnü ise yeni parti kurma çalışmaları yapmaktadır. C. Bayar, Ş. Hüsnü’ye bir elçi gönderir ve görüşlerini sorar. Ş. Hüsnü’yü ziyaret eden, onun okul arkadaşıdır. Kendisinden DP’yi desteklemesini ister. Ş. Hüsnü, ona, DP’nin ne kadar iyi niyetli davranmış olursa olsun, temsil ettiği güçlerin CHP’nin sağına düşmüş olduğu yanıtını verir. DP, kaçınılmaz olarak karşı devrimci örgüt niteliğine bürünecektir. Onun için DP’nin iktidara gelmesi, devrimci değil, karşı devrimci bir gelişme olacaktır. DP içinde yer alan dürüst demokratların da kendi ideallerine sırt çevirmeleri veya bunu yapmazlarsa tasfiye edilmeleri kaçınılmaz olacaktır.[30]

M. Belli ve Milli Demokratik Devrim

Türkiye İşçi Partisi dışında kalan örgütsüz sol, bundan sonra çalışmalarını iki yoldan yürütür. Bunlardan ilki, ihraç kararlarını iptal ettirip partiye yeniden girmek, diğeri de TİP dışında yeni bir parti kurmaktır. Ama her ikisinde de başarılı olamazlar. Mihri Belli ve taraftarları, önceleri partili genç kesimi peşinen sürüklemiştir. Ama bunu yaparken, hiç bir zaman parti disiplininin temel olduğunu düşünmeden yapmışlardır.

Muhalefeti yürütürken, zorbalık yöntemine başvurmuşlardı. Bir gün bu silahın kendisine döneceğini düşünmezler. İşte şimdi parti dışına sürüklediği gençler, artık Parti mücadelesi döneminin aşıldığı kanısındaydı. İstanbul İl kongresini zorbalıkla almışlardı. Ama partiyi ele geçirdikten sonra, partili olmanın gereği olarak hiç bir parti içi çalışma yapmamışlardı. Büyük kongre öncesinde, Adana il kongresinde bile delegelerin çoğunluğu MDD yanlısı idi. Buna karşın Parti anlayışından uzaklaşan ve anarşist nitelik kazanan anlayış, parti kongresi disiplinini sürdürecek kadar bile sabırlı değillerdi. MDD temsilcilerinin il kongrelerinde seçilmiş 50’nin üzerinde delegesi vardı. Ancak örgütsüz sol kesim içinde artık anarşistler hakimdi. Bu kesim, TİP kongresine katılarak ittifak oluşturma önerilerini kabul etmediler. Kongreye katılmayı düşünenlerin planı, parti içinde kendileri ile güç birliği yapacak olanlarla Kongre divan seçimini kazanmak, daha önce kabul edilen ihraç kararlarını iptal ettirmek, bunun sonucunda da TİP içine katılıp Parti merkez kurullarına seçilmekti.

Örgütlü mücadele yanlısı olan ve Parti’den ihraç edilenler, karşılarında örgütlü mücadele yapılması görüşüne karşı olan anarşist gençlerin direnişi ile karşılaşırlar. Bunlara göre, artık cunta yönetiminin eşiğine gelinmişti, bundan sonra zaten sosyalist partiler yaşatılmayacaktı.

Öte yandan, TİP içinde MDD hareketine karşı oluşturulan blok, bu sefer işi sağlam tutmuşa benziyordu. Parti içi gruplarla ittifak arayışları sonuç vermemişti. Parti içinde açık muhalefet yapılarak belli bir konum elde etme koşulları zor görünüyordu. Bütün bunların sonucunda MDD görüşünü benimseyen delegeler, TİP kongresine katılmayıp kurultay fikrine kabul etmek durumunda kaldılar.

TİP kongresi ile aynı tarihte toplanan kurultay, örgütlü mücadele yanlıları için tam bir hayal kırıklığı oluşturmuştu. Aralarında disiplinli parti çalışmalarına katılanlar vardı. Ama kurultay salonuna isteyen elini kolunu sallayarak girebilmeleri, örgütlü mücadeleye inananlar için çok şaşırtıcı bir durumdur. Ama gerçekte bu da anarşizmin bir başka göstergesidir. Onları karşılayan bir başka sürpriz de, Dev-Genç içindeki gençlerin, artık deneyimli sosyalistlere artık açık açık karşı çıkmaları olur. Parti kurma taraftarı olanlar, Kurultayda son bir çaba gösterilmesine karar verirler. M. Belli de buna son anda bunu kabul eder. Kurultayda parti oluşturulması doğrultusunda öneri, Anadolu’dan gelen delegelerin baskısı ile zoraki kabul edilir. Bir Parti Program komitesi oluşturulur. Bir uzlaşma tasarısı üzerinde görüş birliğine varılır. Bu tasarı geliştirilerek program haline dönüştürülecektir. Ama bu gerçekte yalnızca bir oyalamadır. Anarşist gençler, cunta ile ilişkilerini geliştirmektedir. Cuntanın kendilerine verdiği misyonu yüklenmek için yola çıktılar. Ardından 12 Mart gelir.[31]

Milli Demokratik Devrim görüşlerinin yaygınlaşmasında M. Belli’nin E. Tüfekçi adı ile “Yön” dergisinde yayınlanan Demokratik Devrim – Kimle Beraber, Kime Karşı?[32] yazısı dönüm noktasını oluşturur. Bu yazının ana hatları, aşağıda veriliyor.

Sosyalist Kuramın Gerekliliği

Toplumu anlamak, onu değiştirmek için sosyalist kuram gerek. Türk toplumunun gelişme aşamasını anlamak ve devrim için hangi güçlere dayanmak gerektiğini bilmek, ancak sosyalizm bilgisi ile olur. Bu konuda önceden ortaya konmuş ilkeler var. Bunları izlemek gerek.[33]

İlk Adım: Demokratik Devrim

Türk toplumunun hangi gelişme aşamasında olduğunu anlamak için, şu soruları sormak gerekiyor: (i) Türk ulusu, kendi kaderini tayin edebiliyor mu? Yani Türkiye, tam bağımsız mı? (ii) Feodal kalıntılar temizlenmiş mi? “... Türkiye, bugün emperyalist sistem içindedir ve bu sistem, yeraltı kaynaklarından dış ticaretine, politikasından kültürüne kadar Türk toplumunu baskı altında tutmaktadır...”

Türkiye, emperyalizmin baskısı altındadır. Ayrıca, feodal güçler, geri kalmış bölgelerde ekonomiye hükmediyor, ideolojisi ile Türk ulusunun gerçek birliğini engelliyor. “... Önümüzdeki devrimci görev, Türk milli bağımsızlığını gerçekleştirerek, feodalizmi tüm izleri ile ortadan kaldırarak, milli birlik içinde özgür Türk ulusunun engelsiz gelişme şartlarını sağlamaktan başka bir şey olamaz...”

Yapılacak şey, milli birlik içinde, özgür gelişme şartlarını sağlamaktır. Bunun için tam bağımsızlık ve feodalizmin tasfiyesi gerekir.[34] “...Milli bağımsızlığın gerçekleştirilmesi ve feodalizmin ortadan kaldırılması, demokratik devrimin iki ana görevidir...”

İşte demokratik devrim budur: milli bağımsızlığın gerçekleştirilmesi ve feodalizmin ortadan kaldırılması. Bu bir aşamadır ve sosyalizme geçiş için zorunlu olan bir aşamadır.

Emekçi Halkın Gözünü Açmak

Devrimci bir kadro olacak. Bu kadro, komprador sermayesi ve onunla kader birliğinde olan taşra mütegalibesine karşı mücadele edecek. Devrimci kadro, bunların ekonomik ve politik etki alanını kısacak nitelikte reformlardan birkaçını yapacak. O zaman emekçi halk, bu reformların kendi yararına olduğunu görecek. Bunun üzerine devrimden yana tutum benimseyecektir.[35]

Emperyalizm ve Feodalite İşbirliği

Türkiye’de en gerici kesim, feodalitedir. Varlığını sürdürmesi, statükonun devam etmesine bağlıdır. Gerçekten demokratik ve bağımsız bir ülke içinde yerinin olmadığını bilir. Emperyalizm ile örtülü ittifakının nedeni budur. Emperyalizmin değişmez özelliği de, girdiği geri kalmış ülkede en geri toplum biçiminin temsilcisi ile ittifak kurmasıdır. O halde, kahrolsun feodalite ve emperyalizm.[36]

Emperyalizm, feodalizm ile kurduğu bu işbirliği yanı sıra, metropolde üretilen sanayi ürünlerinin[37] ya doğrudan, ya da montaj sanayi biçiminde ülke içinde ithalciliğini yapan komprador burjuvaziyi oluşturur. Komprador burjuvazi, emperyalizm ile ilişkisi içinde yalnızca ithalatı değil, ama gücünü arttırarak bütün ülke ekonomisi içinde yer alan sektörlere etkili oluyor. O zaman, devrimin de bu emperyalizm-Komprador Ağa ittifakına karşı olmalıdır. “...Demokratik devrimi, burjuva demokratik devrimle eş anlamda kullandık. Batıda demokratik devrimler çağında burjuvazi henüz devrimci niteliğini taşıdığı (için) devrimi gerçekleştirmiştir. Ama Türkiye gibi geri kalmış ülkede... Doğunun ve Güneyin sömürülen ülkelerinde, devrime önderlik edecek güçte, tutarlılıkta bilinçli milli burjuvazi yoktur ve olmayacaktır ...”

Batıda demokratik devrimi burjuvazi, yani sermayedar sınıfı yaptı. Ama o zaman demokratik devrimler çağı yaşanıyordu. Oysa Türkiye geri kalmış bir ülke. Bu gibi sömürge ülkelerde milli burjuvazi olmaz, olamaz. Devlet desteği ile milli burjuvazi yaratma çabaları da boşa çıkmıştır. Çıkmışsa bile, kısa sürede kompradorlaşmıştır.[38] Yine de milli burjuvazi ile komprador burjuvazi aynı kefeye konamaz. Emperyalizm tarafından ezilmektedir, ama varlığı kapitalist sömürme sisteminin devamına bağlı olduğu için sosyalizme karşıdır. Bu nedenle, çelişkili durumda olan milli burjuvazinin, Türkiye’de güçlü bir halk hareketinin gelişmeye damgasını vurduğu anda milli burjuvazinin devrimci güçler safında yer alması beklenmelidir.

Devrimci Güçler

Komprador ve feodal ağa dışında herkes devrimcidir. Yani bir avuç asalak dışında tüm emekçi Türk halkı. “... Komprador ile feodal ağa dışında Türk ulusunun tümü, Türk proletaryası, yani modern sanayide, küçük sanayide zanaat kollarında, ticaret alanında, tarımda işgücünü satarak yoksul bir geçim sağlayabilen üretim araçlarından ve topraktan yoksun şehir ve köy proletaryası ve bir miktar üretim araçlarına ve toprağa sahip olmakla birlikte gene de sömürülen şehir ve köy küçük burjuvazisi, yani bir avuç asalak dışında tüm emekçi Türk halkı devrimcidir...”

Türk proletaryası, sosyalizme bağlıdır ve örgütlenme ve disiplin durumunu daha kolay benimseyebilir. Sosyalizm, herkesten önce onun öz toplumsal düzenidir. Bu nedenle proletarya, devrim çizgisini sonuna kadar izler ve tarihsel gelişmeye damgasını vurur.

Küçük Burjuvazi Devrimcidir!

Milli burjuvazi ile küçük burjuvazi[39], birbirinden ayrıdır. Milli burjuvazi, varlığını kapitalist sömürü düzeninin devamından alır. Küçük burjuvazi, toptancı, tefeci gibi insanlardır. Bunların üretim araçları ve toprakları vardır. İşgücü kiralarlar.[40] Bunların sayıları çoktur. Çıkarları komprador burjuvazi ile bağdaşmaz. Devrimden yanadır. Hem demokratik devrimden yana, hem de sosyalist devrimden yana.

Öncü Güç: Asker-Sivil-Aydın

Asker, sivil ve bürokrat aydın (öğrenci gençlik) küçük burjuva olarak adlandırılır. Türk aydınların tümü bu grup içinde yer alır. Bir ekonomik sınıf oluşturmazlar. Bir sınıf değildirler. Ama Türkiye’de sayıları en az yarım milyondur. K. Marx, Fransa’da 50 bin memur üzerinde düşünmek gerek dediğine göre, bunun on katı insan üzerinde düşünmeye değer. “... Asker-sivil-aydın zümre, yüz yıldan beri ordu ve devlet yönetiminde bulunmuş, bu kadar süredir Türk tarihindeki gelişmelere damgasını vurmuştur...”

Asker-sivil-aydın, ordu ve devlette kilit görevdedir. Yönetim, bunların tekelindedir.[41] Yani bunlar yönetimdedir. Geçmişte bu kesimde yer alanlar, toplumda söz sahibiydiler. Ama ikinci dünya savaşından sonra güç dengesi bozulmuş, zenginleşen komprador niteliğindeki ticaret burjuvazisi, 1945’ten bu yana büyük bir politik güç olarak ortaya çıkmıştır.[42]

Devrim Yerine Reform

Türkiye’de nimetler sınırlıdır ve köklü reformlar gerçekleştirilmedikçe bu sayılı kalacaktır. Ekonomiye hükmeden sınıflar statükocudur ve her türlü değişikliğe karşıdır. Reform yapmak, bindikleri dalı kesmek anlamını taşır.

Askerin Şanlı Geçmişi

Asker, sivil ve bürokrat zümre, bir geçmişin bir geleneğin temsilcisidir. Asker, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını temsil eder. Çanakkale’de dünyanın en güçlü emperyalist devletlerini asker yendi. Gerçi, birinci dünya savaşı, bir emperyalist savaştı, ama bizler kendi toprağımızı savunduk yine de. Kurtuluş savaşımızda ise emperyalizmi yendik. İstiklal savaşını ise asker-sivil-aydın zümre yaptı. “...Emperyalizmin boyunduruğu altına düşmüş bir Doğu ulusu, bağımsızlığı uğruna savaşa giriyor ve emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşları çığırını açıyor. Kurtuluş savaşı, gümrük muhafaza memuru Kemal Paşadan telgrafçı Hamdi efendiye kadar yönetim asker sivil aydın zümrededir... Hangi yönden bakarsak bakalım, bu zümre ile komprador ağa arasındaki derin sınıf çelişkisi ayan beyan ortadadır ...”

Ulusal kurtuluş savaşını yapan asker-sivil- aydın zümre ile feodal ağa ittifakı olmaz. Emperyalizmin iç destekleri yardımı ile Türkiye’de tam hâkimiyet kurması demek, Türk ordusunun hiç emperyalist savaş vermemiş Güney Amerika ülke ordularına dönmesi demek olur ki bu doğru değildir. Türk ordusunun, tüm tarihini inkâr ederek böyle bir şeyi kabul etmez.[43] “...Denebilir ki, asker-sivil-aydın zümre, gerek kök bakımında, gerekse genel durum bakımından Türk küçük burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıfın öncü müfrezesini teşkil etmektedir...”

Türk sosyalistleri, asker-sivil-aydın kesimin izlediği çizgiyi iyice izlemelidirler. Bu kesimin demokratik devrim aşamasında pek önemli bir rol oynar. İçinde bulunulan dönemde asker-sivil-aydın, kesin olarak demokratik devrimden yanadır. Sosyalist devrime karşı değildir. “...Komprador-feodal ağa sınıfı, demokratik devrim aşamasında bir ülkede komünist, hatta sosyalist düzenin kurulması söz konusu olamayacağına göre, asıl Türk milliyetçiliğine karşıdırlar...”

Türkiye ekonomisine komprador feodal ağa ittifakı hakimdir. Bunlar, Türk ulusunu bölen şeriatçıları kendilerine destek edinir. Batı kozmopolitizmini yayarlar. Türk ulusunun insanca, başı dik bir yaşam için her türlü dönüşüme karşı gelir. Bunlar, anti-komünizmi kendilerine şiar edinmiştir.

Devrimci Güçbirliği

Devrimin başarı şartı devrimci güçler arasındaki güç birliğidir. Türk sosyalistleri, bu birlik için elinden gelen çabayı göstermelidir. Bu nedenle, demokratik devrim için komprador ağaya karşı mücadelede aydın zümre ile ittifak yapılmalıdır.

Aşamalı Devrim

Elbette ki demokratik devrimi sosyalist devrim izleyecektir. Elbette ki, sosyalizm olmadan, Türk halkı, şehir ve köy emekçileri, gerçek mutluluğu tatmayacaktır ve bir gün elbette ki bunlar devrimin öncü gücü olacaktır. Ama demokratik devrim aşamasında güç birliği yapılmalıdır. Kautskiciliğin, Bernstein’ciliğin Batıda ekonomik temeli vardır, ama Türkiye gibi emperyalist sömürü altında bunların savunuculuğu yapılmamalıdır.[44]

TKP Üzerine Bir Değerlendirme

İnişli çıkışlı TKP tarihinde yayınlanan programlarından biri hakkında yetkin bir gözlemci tarafından yapılan bir değerlendirme, TKP’nin 1970’ler Türkiye’si içinde sahip olduğu misyonu sergilemesi açısından önem taşıyor. Çarpıcı vurgular içeren bu değerlendirmenin bir özeti aşağıda veriliyor:[45]

“….TKP Programı içinde tutarlılık yok. Bunun nedeni de, program içinde sınıf hareketinin tarihi ile ilgili değerlendirmeler. Bu açık bir biçimde şöyle tanımlanabilir: Programda değerlendirmeler ve bu değerlendirmeler ışığında saptanan hedefler ile Türkiye tarihinin nesnel gelişimi arasında hemen hemen hiçbir bağ yok. 60 yıllık geçmişi göz önüne alınırsa, Türkiye tarihi ile TKP programının kesin bir uyumsuzluk içinde olduğu görülecektir.

TKP programları içined yer alan ve çalışmalarda yapılanlar adeta Türkiye tarihini yok sayıyor. TKP programındaki temel kopukluk ve sığlığın başlıca nedeni bu.

Bunun kaynaklık ettiği olgu ise, ideolojik sapkınlık. Bunun bir göstergesi, TKP programı içinde Türkiye iç dinamiğinin adeta yok sayılması. Türkiye’de sınıflar ve geçirdiği evrimler tümüyle yok sayılıyor. Bu özellikle, Türkiye’de ABD etkinliği başlayana kadar böyle. İşte bu aşamada dış dinamikler devreye giriyor ve TKP programı ile Türkiye tarihi ve onun sınıfsal niteliği, yoksulluk, vs. açıklığa kavuşabiliyor.

TKP programı içinde ikinci belirgin özellik, "Kurtuluş Savaşı” içinde yaşananların, koşulların, olguların ve güçlerin beceriksiz ve yapay biçimde günümüze taşınmasıdır. Başrolde hep “ulusal çelişki” vardır. Eğer başarılmış olsa idi, özlenen “ileri demokratik düzene” kavuşmasına olanak sağlayacak ulusal çelişki, sürekli sınıflar arası çelişkiyi ve mücadeleyi örtmek için öne çıkartılır. Burada, kimi "Kıvılcımcı" görüşte olanlar gibi, sorun Türkiye'de sistemin tümünün değil, ama bir avuç kodamanların emperyalizm ile işbirliği söz konusudur ve temel çelişki bu olunca, “ulusal cephe” görüşleri temel strateji olarak öngörülür. Türkiye burjuvazisinin çelişti kesimlerinde yer alan büyük sermaye ile emperyalizmin iç görmezden gelenler, “oligarşi” değerlendirmesi ve onun “ulusal çelişki” saptaması sonrasında herkesi yel değirmenlerine saldırttı. TKP programı da bu kervana katıldı.

Kuşku yok ki, bir avuç emperyalistlerle işbirliği içinde oligarşiye karşı ulusal çelişki doğrultusunda mücadele, doğal olarak ulusal burjuvazi görüşüne temellendirilecekti. Sadece varlığı kabul edilmekte kalmıyor, aynı zamanda tekellere karşı demokratik bir düzeni savunuyor, bir halk hükümeti için direniyor. Tabii, bu mücadelede de TKP'nin desteğini alıyor.

Yıllar öncesinde bile tartışılır nitelikte olan bu görüşlerin bugün hala daha savunulur olması ancak ideolojik düzeyin yetersizliği yanı sıra, olup bitenlerden bihaber olmak yatmaktadır. Hala daha programda ormanların devletleştirilmesi sloganı yer alır. Oysa bugün geçerli olan budur. Bunun gibi, tek dereceli seçim, üniversite özerkliği, 8-saatlik işgünü, zorunlu ilköğretim vs. gibi çoktandır yürürlüğe girmiş onlarca yıl öncesinin taleplerinin yinelenmesi bunu kanıtlamaktadır.

TKP programı, hala ileri demokratik nitelikte aşamalı devrim, ulusal burjuvazi ve CHP kısır döngüsünü işliyor. Oysa bugün sosyalist harekette gelinen düzey, yarım yüzyıl öncesinin verilerine inşa edilen sözde kulelerle uğraşmayı çoktan geride bıraktı. Eğer bu konularda bir tartışma olacaksa, ilk önce tartışan tarafların sosyalizm ile ilgili ciddiyet sahibi olmaları gerekiyor.

İdeolojik zaafları, çözümleme yetersizliği bir yana, TKP Programı en başta ciddiyetsizliği ile dikkati çekiyor. TKP’nin bu aşamada yapması gereken, nerede olursa olsun, bir konferans yada kongre toplayıp programını bu ciddiyetsizliklerden arındırmaya çalışmasıdır. Belki ciddiyetsizlikten kurtulma çabaları belirli bir ideolojik netliği de beraberinde getirir…”



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Metin Çulhaoğlu, Sosyalist Hareketin Bugünkü Düzeyi ve TKP Programı, Yurt ve Dünya, Temmuz 1978, sayı 10.

[2] Ancak Parti programında devrimin niteliğinin ne olduğu belirtilmediği gibi, aşamalı devrim konusunda da herhangi bir görüş ileri sürülmemektedir. Programda, açıktır ki, bir sosyalist devrim ve proletarya iktidarı ile gerçekleştirilecek sosyalist toplum değildir. Zaten Program, kapitalist olmayan bir yol öngörüldüğünü açıklıkla belirtir. Ama işte böyle bir amaca yönelik programın aşamalı program anlayışını benimsenmiş olduğunu, bunun da sosyalist devrim olmadığına göre, demokratik devrim olması gerektiğini söyleyenler haklı duruma düşmektedir. Programda, kapitalist olmayan yol öngörüldüğü söyleniyor, ama bunun teorik tahliline girilmiyor. Önerilerin kuramsal incelenmesi ve bilimsel açıklamaları programda yer almıyor. Dahası, programda Türkiye ekonomisinin niteliği de açıklıkla belirtilmiyor. “Türkiye’de hakim üretim tarzı kapitalizmdir” gibi kesin bir ifade yok. Tam tersine, “ülke ekonomisine tarım hakimdir” diyerek, feodal dönem sonrası tarıma dayalı köylü ekonomisinin hakim olduğu geri kalmış bir ülke” tablosu çiziliyor.

[3] M. A. Aybar, İzmir Kongresi öncesinde, Partinin “eskiden sosyalist harekete katılmış bulunanların Partiye hakim olma çabaları ile karşı karşıya” olduğunu söyler. M. A. Aybar, GYK Konuşması, 15.11.1969, TTK, Kutu No. 3/2 Aks. No. 419.

[4] Söylendiğine göre, bu madde, M. A. Aybar ile sendikacılar arasındaki kutsal ittifakın temelini oluşturur. Tüzüğün ilgili maddesi, M. A. Aybar’ın sendikacılarla yaptığı bu ittifak doğrultusunda bizzat kendisi tarafından yazılmıştır.

[5] 22 kişi arasında yer alanlar, S. Özgüner, K. Gözügeçgel, N. Ormanlar, R. N. İleri, A. Say, S. Ege, H. Çelek, S. Çelenk, Ü. Baran, V. Erdoğdu, N. Aykar, T. Yanar ve N. Deveci.

[6] Türk Tarih Kurumu Arşivi, Kutu No. 4, Belge. No. 473

[7] Oysa belirtilen madde ve fıkrada, aday sayısına ilişkin herhangi bir hüküm yer almaz. Ayrıca listeler önceden bastırılmış ve adaylara iletilmiştir. Bunlardan hiç biri bu listelere itiraz etmemiştir. Ancak, bu listelerde, adayların niteliklerine, kişiliklerine ve Partiye yaptığı hizmetlere değinilmediğinden bir ihmalli durumu söz konusu olmuştur. Ancak, bu durum, seçimlerin 68. Maddeye istinaden iptal edilmesi için bir gerekçe oluşturmaz. Ayrıca her üye, yasal yöntemlerle seçilme ve seçme çabası içinde olabilir.

[8]Oysa 53 madde, İzmir kongresinde ele alınır ve üzerinde yapılan tartışmalar sonucunda bugünkü duruma getirilir. Bu şekilde geleneksel iki ayrı liste uygulamasına geçilmiş olur. Bu biçimde, iki sandık kullanılması, Tüzüğe aykırılık değil, ama uyulması gereken bir zorunluluk haline gelir. Öte yandan, aydınlar emekçidir, ama işçi sayılmazlar. Aydınların işçi sayılabileceğine ilişkin bir anlayış, görülmüş şey değildir. Tüzükte, bu tanımlama, “üretim aracına sahip olmadığı için, emek gücünü üretim aracı sahiplerine satanlar” biçiminde yapılmıştır.

[9] Yine kongrede ele alınan bu konu üzerinde, 18-21 yaş arası olan partililerin, siyasi çalışma yerine, kültürel nitelikteki çalışmalara katılmaları yönünde görüş belirmiş ve bu doğrultuda verilen 32 imzalı önerge ile kongrede oy birliğine yakın bir çoğunlukla, Tüzüğün 10. Maddesi değiştirilmiştir. Kongrenin kararının gençlerin çalışmalarını engellemek yönünde ele alınması doğru olmaz.

[10] B. Boran, “TİP Tarihi”, Çark Baţak, s. II, s. 4. M. A. Aybar’ın bu konuda aktardıkları şunlar: “ Yeniden Kongreyi toplamak fukara partimiz için kaça patlayacaktı? Arkadaşlarımız bunu hiç düşünmemiş olmalılar. Bu pire için yorgan yakmak gibi bir şeydi bu. Kongrecilerin başını çektiğini tahmin ettiğim arkadaşlarla konuştum. İkinci bir kongre toplamanın mali yükünü karşılayamayacağımızı anlattım. Ayrıca partiye hizmet konusunda, henüz hiç bir üyemizi bir diğerinden ayırt etmek olanağına sahip olmadığımızı, en büyük hizmetin Partili olmak cesareti göstermek olduğunu söyledim.”M. A. Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 53.

[11] Her iki öngörüsünde de M. A. Aybar’ın pek yanılmış olduğu söylenemez. Polisin, Partiyi kapatması için yapacağı komplo, Parti içinde kurulamamışsa da, Parti dışı silahlı mücadele yaygarası yapan sol örgütlerin büyük bir çoğunluğunu kamuoyunun gözünde zararlı unsur olarak yansıtılması başarılmış, bu hava içinde Partinin kapatılması yankı bulmamıştır. Öte yandan öğrencilerin Partiye yaptıkları saldırılar, M. A. Aybar’ın düşünebileceğinden çok daha zarar verici olmuştur.

[12] B. Boran, Ant Dergisi, sayı 6. s.38.

[13] B. Boran genel olarak parti içindeki tutumlarının doğruluğunu ispatlamak, eğitim, örgütlenme, yayın gibi konularda yapılan eleştiriler üzerine sünger çekebilmek için, kongrede muhalefet yapmasını bile bilmeyen, otel odalarında dedikodu üreten “eski tüfekleri” fırsat biliyor. Parti yöneticilerinin, muhalefete karşı böylesi bir tavır alışı, Parti tarihi için, örgütlü sosyalist hareketin daha başlangıcında olan bir hareket için şansızlık oluyor. B.Boran’ın bu konuşmasından sonra sosyalist hareketinde karşı tarafı ajanlıkla suçlamak bir gelenek haline geliyor. Bu tavır, hareket içinde eleştiriye tahammülsüzlük geleneğine yol açıyor. Eleştiri yapılmadığında, birlik olmayacağı inancının yerleşmesi geleneğine yol açıyor.

[14] Parti içi muhalefet içinde, esas olarak iki görüş hakimdi. Bunlardan, parti gelenekleri güçlü ve sosyalist harekette belli bir geçmişi olanlar, sınıf partisi fikrine kesinlikle bağlıydılar. Nitekim partiden ihraç edilmeleri sonrasında bütün arayışları, bir başka parti oluşumu sağlamak olmuştu. Hatta denilebilir ki, partiden atılmış olsalar, partiye karşı kendilerine karşı yapılan sert tavra uygun olarak aynı ölçüde sert eleştiride bulunmuş olsalar bile, sonuna kadar yeniden Türkiye İşçi Partisine katılma umudunu yitirmeyenler vardı. İkinci grubu oluşturanlar ise daha çok gençlerden oluşuyordu. Parti görüşüne karşı kesin tavırlarını, Türkiye İşçi Partisi’nin 4. Büyük Kongresi sırasında düzenlemiş oldukları Kurultay çalışmaları sırasında koydular. Daha sonra THKP-C olarak bilinen bu grup, başlarda parti kurma yanlısı gözüktüler. Ancak, daha sonra parti oluşumuna katılmayı reddettiler.

[15] V. Erdoğdu’nun Yön dergisinde 11 Kasım 1966’da yayınlanan, Malatya kongresi için hazırladığı konuşma metni

[16] Ne var ki, Türk halkının gerçek istekleri olarak belirtilenler, Kemalist dış politikaya dönüş, yabancı üslerin kaldırılması ve Amerika ile ikili anlaşmaların kaldırılması olarak değerlendirilmektedir. Kemalist dış politikaya dönüş, daha sonra Meclis kubbesinde Sosyalizmin sesi olarak değerlendiriliyor. Buradan da anlaşılacağı gibi, temelde yönetim de, muhalefet de aynı görüşte birleşiyordu. Muhalefet adına yapılanlar, içinde büyük bir olasılıkla geçmiş ilişkilerin hesaplaşmasından kaynaklanan kişisel sürtüşmelerden öteye gitmiyor ve bu sürtüşmede taraf olanların, bu kişisel hesaplar peşinde taraftarlarını sürükleyebiliyorlardı. Bu, Türk Solu için tipik bir durumdu.

[17] TKP muhalefeti, eleştirilerinde parlamenter çalışmalar üzerinde enine boyuna durur. Parlamenter düzeyde Partili milletvekillerinin önlerine gelen bu fırsatı yeterince değerlendirilmediği ileri sürülür. Bu, gerçekte parlamentoda halk yararına yapılabilecek çok şeyin olduğunu ima ediyor. Bu açıdan da muhalefet, gerçekte Parti yönetimi ile aynı görüşte birleşmiş olmaktadır.

[18] Burada, demokratik mücadelenin zorunlu koşulu olan ittifaklar sorununa o tarihlerde ilk defa bu şekilde deyiniliyor ve haklı olarak bu mücadelenin tek başına sosyalistler tarafından yürütülemeyeceğine deyiniliyor. Demokratik mücadelenin geniş bir halk cephesi kurularak verilmesi görüşü, Milli Demokratik Devrim taraftarlarının daha sonra üzerinde ayrıntılı olarak duracakları ve temel strateji olarak benimseyecekleri bir husustur. Bu, gerçekte, devrimin öncü gücü olarak asker sivil aydın görüşünü benimseyen cunta anlayışına doğru bir anlayışı sergilemektedir.

[19] Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, M. A. Aybar da aynı görüşü savunuyor: “ Birinci Kurtuluş Savaşını ölümsüz önder Atatürk ile zafere ulaştıran halkımız, İkinci Kurtuluş Savaşını da başarıya ulaştırmak azim ve kararındadır.” İki tarafın da, temel devrim stratejisinde bir ayrılık yok. Muhalefet, tam tersine, M. A. Aybar’ın kendi görüşünü, onun tümüyle benimseyebileceği bir biçimde genişletiyor. “Komprador-feodal ağa dışında kalan bütün kesimler, bu demokratik mücadeleye katılır” diyen muhaliflere, “Doğu ve Güney-Doğu illerimizde ortaçağ feodal ilişkileri, en koyu bir biçimde hüküm sürmektedir” diyen M. A. Aybar’ın ekleyeceği veya çıkartacağı hiçbir şey olmaması gerekir.

[20] Asker-sivil-aydın cuntası anlayışın en belirgin özelliği olan maddeci tarih anlayışından tümüyle yoksun olduğu gerçeği burada bir kez daha ortaya çıkıyor. Herhangi bir hareketin sınıfsal niteliği, onu temsil edenlerin sınıfsal konumlarına bakarak yapılmaz, ama temsilciliğini yaptığı sınıfın niteliğine bakılarak yapılır. CHP veya AP içinde gerici veya ilerici anlayışta insanların olması bir şeyi değiştirmez. Ama şurası bir gerçek ki CHP, ulusal birliği sağlamış, bunu yaparken de o dönemde ülke içinde hakim ticaret ve tarım burjuvazisinin temsilcileri eşraf ve feodal ağalar ile güç birliği yapmış olanların temsilcisiydi. İçinde ulusal birliğin sağlanması için bu kesimlerle tam bir işbirliği halinde olan asker, sivil ve aynın kesim de yer almaktaydı. Birliğin sağlanması sonrasında çelişkiler olmuştu; ama bunların çok olağan karşılanması gerekmektedir. Bu çelişkilerin zaman zaman ciddi seviyede olduğu da doğrudur. Ama birliğin özünü oluşturan, o dönemdeki emperyalist ülkeler ile tam bir uzlaşma içinde olan tarım ve ticaret burjuvazisidir. Burada bir başka yerde değinilen yetkin bir gözlemcinin tanımı ile Türk burjuvazisi bunu işinin ehli olarak başarı ile gerçekleştirmişti. Yunanlılara karşı savaşta, çizilen ulusal sınırlar (misak-ı milli) içinde belli bir güç birliği ve dengeyi oluşturan bu egemen kesim, emperyalizmin hilafetin kaldırılması, zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu’daki tüm Osmanlı etkinliğine son verilmesi ve İzmir İktisat Kongresi ile belirlenen kapitalist ekonomiye bağlı kalınması ve buna benzer diğer ayrıntıda koşullar karşılığında, yine kendi çıkarlarına hiçbir şekilde ters düşmeyen bu ulusal birliği onaylamıştı. CHP, bu misyonunu uzun zamandan beri hiç değiştirmedi. Tam tersine, sınıf sorunu ve milliyetler sorunu gibi ulusal düzeyde temel sorunlar karşısında ve daha sonra ikinci dünya savaşı ve Batı ile girişilen askeri ittifaklar konusunda çizgisini hiç değiştirmedi. Ama ülke içinde değişen güç dengeleri vardı ve bunu AP’nin temsil ettiği sanayi burjuvazisinin başını çektiği modernleşme oluşturmaktaydı. İlk deneme, DP ile başlamıştı, ama burada sanayi burjuvazisi her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı veya çok acele etti. Sonuç, başarısızlık olmadı, ama ihtilalden sonra AP’nin tek başına yönetime geldiği 1965 yılına kadar 5 yıl kaybedilmişti. Tabii, her zaman yapılan senaryo mükemmel bile olsa, bunu oynayacak aktörlere de gerek vardı. Modernleşme, üretim güçlerinin gelişmesinde niceliksel hamle, onunla birlikte gerçekleşti. Kuşkusuz, MDD taraftarlarının organik olarak bağlı olduğu asker sivil aydın kesimin bu değerlendirmeyi yapması beklenemezdi ve ittifaklar konusunda daha geri unsurlarla işbirliğine gitmesi, onun için sonu felaket bir macera oldu. [21] Burada TİP’e haksızlık yapılıyor gerçekte. TİP merkez yönetimi de, en az TKP’liler kadar Kemalizm ve onun uzantılarına bağlılıklarını gösteriyordu. M. A. Aybar, bu konuda, “Milli Kurtuluş Savaşını, tarihin yazdığı ilk Kurtuluş Savaşını, ölümsüz önder Atatürk’le el ele zafere ulaştırmış olan halkımız, içinde bulunduğumuz İkinci kurtuluş hareketini de mutlaka başarıya ulaştıracaktır” diyerek AP’ye değil, ama muhalefetteki gibi CHP’ye daha yakın olduğunu göstermiş oluyor.

[22] Bu yaklaşım, MDD görüşünün acemice ve bilinçsizce savunulmakta olduğunu açıkça gösteriyor. Getirilen eleştiri, tam bir hamaset edebiyatıdır. DP'nin1950 seçim başarısında Türk sosyalistleri, gerçekte DP’lilerin tümüyle yoksun olduğu demokrasi için mücadelenin bayraktarlığını yapmışlar ve DP’nin önünü açmışlardı. Burjuvazi, kendisine böylesine yeni ufuklar açmış da olsa sosyalistlere minnettar olmayacaktı elbette. Daha önce proletarya hareketinde görüldüğü gibi, iktidara gelir gelmez, bütün vaatlerinin üzerini bir kalemde çizmekte tereddüt etmeyecekti. Ama TKP’lilerin böyle bir değerlendirmeyi yapacak düşünce anlayışından uzaktılar. Burjuvazi durup dururken neden ateşle oynasın? Eğer TİP bizzat burjuvazi gözetiminde kurulmuş alsa bile, o zaman neden buna gerek duyduğu sorgulanmalıdır. O zaman Türk işçi sınıfı hareketinde TİP gibi göstermelik de olsa bir sol parti kurulmasını gerektiren bir gelişme yaşanmış olduğu teslim edilecektir.[23] Dr. Y Kanbolat, “Olduğu Gibi”, Bayır Yayınları, Nisan 1979, s. 24.

[24] H. Karadeniz, “Olaylı Yıllar ve Gençlik”, May Yayınları.

[25] Kuşkusuz, devrimi yaparak iktidara geçmek için değil, ama siyasi hareketin öncülüğünü yaparak somut koşulların somut değerlendirmesini yapmak, buna göre partinin işçi sınıfı içinde güçlenmesini sağlayacak strateji ve taktikleri belirlemek için. Bunun ötesini kestirmek mümkün değil. Nitekim 68 olayları ile yükselen tansiyon, geçici bir durumdu ve yaşanan bunalım, kısa sürede atlatılacaktı.

[26] A.g.e. s. 249.

[27] İlerici Geçler Birliği davasında mahkemeye verilen dilekçe ile mahkemeye çıkartılmadan önce tutuklanan öğrencilerin atıldığı 36 hücrenin tanımı yapılmaktadır. Bu hücreler arasında iki adet de tabutluk bulunmaktadır. Bu tabutlukların ölçüleri, gerçek bir tabut boyutundan biraz daha büyük, 1,80 m boyunda ve 40 cm’ye 60 cm kesitindedir. Burada yatanlar, uykudan mahrum, aç ve susuz kalırlar. S. Arslan, “TKP’nin tarihsel konumu”¸ Emekçi Yayınları, Kasım 1976. S. 121.

[28] M. Belli, “Sosyalist Hareketimizin Tarihi ile İlgili Bazı Yanlış Görüşlerin Eleştirisi”, Emekçi Dergisi, Kasım 1974. S. Arslan, “TKP’nin tarihsel konumu”¸ Emekçi Yayınları, Kasım 1976 içinde.

[29] Oysa H. Kıvılcımlı’nın burada tümüyle haklı olduğu apaçık ortada.

[30] M. Belli’nin tarih görüşünü, ilkel kabileleri idealize eden ve daha sonraki sınıflı toplumlara alternatif olarak göstermeye çalışan anlayışının Marksizm’den çok Rosenbergcilik olduğunu söyleyen H. Değmer, DP’yi CHP’nin sağına koyarak aynı hataya kendisi düşüyor. CHP’nin aralarında tarım, ticaret ve sanayi burjuvazisinin de yer aldığı, ama henüz sınıfsal çıkarları birbirine tam anlamıyla zıt hale gelmemiş her türden burjuvazinin temsilciliğini yaptığını, ama yine CHP içinden gelenlerin kurduğu DP’nin CHP’ye göre üretim güçlerinin gelişmesi açısından daha ileride bir gelişme sayılması gerektiğini göremiyor. DP’yi CHP’nin sağına yerleştiriyor. Böylelikle çok büyük hata yapıyor.

[31] Türkiye İşçi Partisi’nin bir tarafta deneyimli ve parti inancına sahip olanların, diğer tarafta da çizgileri asker sivil aydın cunta anlayışı ile kesişecek olan genç kesimin oluşturduğu muhalefete sabırla tahammül edecek konumda değildi. 1965 seçimlerinden hemen sonra, bir sonraki seçimlerde başa güreşme anlayışı, merkez yönetiminin başını döndürmüş olduğu anlaşılıyor. Ama cunta macerasının bu denli sola yaklaşmış biçiminin deneyinin yaşanması gerekiyordu. Bu açıdan, sol hareket için bu deneyimin öğretici olduğu söylenebilir. Ama 1970 sonrası olaylar, gençlerin kolay kolay ders almayacaklarını bir kez daha kanıtlamıştır.

[32] Yön Dergisi, sayı 175, 5. 8. 1966.

[33] Besmele ile “bize sosyalist kuram gerekli” demek, “bende yalan yok” diye söze başlayıp baştan sona yalan söylemeye benziyor. Burada, gerçekten de durum bu. Sosyalizm, en azından işçi sınıfının (ve onun müttefiki (?) az topraklı ve topraksız (tarım proletaryası?) köylünün iktidar mücadelesidir diye biliniyorsa, hayır, bu yazıya göre bu yanlıştır. Bundan sonra dile getirilenler arasında her sınıf veya kesimden olanlar var, ama işçi sınıfının, şu proletarya da denilen, fabrikalarda, madenlerde emeği ile çalışan, üretim araçlarından kopartılmış insanlardan söz edilmiyor.

[34] Burada bir kez daha değinmek gerekir ki, Türkiye İşçi Partisi’nin ideolojisini çizen M. A. Aybar’ın yapmak istediği ilk şey, “İkinci Kurtuluş Savaşını” gerçekleştirmektir. Yine kuramcı S. Aren de, tüm partinin tüm siyasi hedeflerini, ülkenin gelişmesi ve kalkınması ilkesine göre çizmektedir. Aynı tarihlerde ve aynı mekânlarda. Zaman ve mekân birliğinin bu denli aynı görüş temelinde bir araya gelmesi söz konusu olduğuna göre, neden bu görüşlerin karşı karşıya olduğunu anlamak mümkün değildir.

[35] Komprador burjuvazi olarak emperyalistlerle işbirliği yapan burjuvazi kastedilmektedir. Artık yabancı şirketlerde gerek sermaye, gerekse çok çeşitli teknoloji, patent, vs. ilişkisine girmeden artık adım atmak mümkün değil, ama diyelim ki, o dönemde, burjuvazi arasında komprador olan kesim, olmayandan farklı niteliklere sahip olmuş olsun. Öyle olsa bile, bu kesimin işbirliği yapacağı kesim olarak taşra mütegalibesinin olduğunu söylemek hiç olacak şey değil. O dönemde de, yabancı sermaye, her nasılsa taşra mütegalibesi ile ilişkide olan burjuvazi ile değil, ama ülkenin veri ekonomik koşullarında en çağdaş nitelikteki Koç gibi, Sabancı gibileri ile ilişki kuracaktır. Çünkü ancak bu şirketlerin tüm yurt çapında kapitalist malların dağıtımını yapacak, satış sonrası hizmetlerini yürütecek bayilik ağı vardır.

[36] Hatırlanacağı gibi, S. Aren, Mecliste yaptığı konuşmada, “Türkiye tam sömürge ülke değildir” demekteydi. M. Belli ile bu noktada aynı görüşü paylaşmış olmaktadır. M. Belli, bunu açıkça söyleyecek kadar acemi değil. Ancak anlattıklarından çıkartmak gerekiyor bunu. Emperyalizmin toplumun en gerici kesimleri ile ittifakı, sömürge tipinde kendini gösterir. Çünkü emperyalizm, sömürge döneminde tek yönlüdür. Sadece soygun ve talan için gelmiştir sömürge ülkeye. Statükonun korunması vaadine karşı feodalite de onunla işbirliğine gitmekten çekinmez. M. Belli’ye göre de, açıkça söylemese de, Türkiye sömürge ülke olduğuna göre, bu ilişki kurulabilmektedir. Sömürge olduğunu kanıtlamak için de, Kurtuluş Savaşına “Birinci” vurgulaması yapılır. Çünkü bağımsızlık tam sağlanmamıştır. Sağlanmış olsa, sömürge olmaz. Kuşkusuz, M. Belli’nin hakkını yememek gerek, bu tanımlamada. TİP merkez yöneticileri de aynı vurgulamayı yapıyor ve onlar da sömürge ilişkisini benimsiyorlar.

[37] Emperyalizm, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde meta ihracının yapıldığı biçimi ve tekelci kapitalizme özgü sermaye ihracı biçimi vardır. Burada sözü edilen, emperyalizmin ilk biçimidir. Meta ihracı, emperyalizmin sömürge dönemine denk gelir. Tekelci kapitalizmin sermaye ihracı biçiminde kapitalist pazarın genişlemesi dönemine denk gelen aşamasını M. Belli göz önünde bulundurmuyor. Oysa kapitalizm, sermaye ihracı ile kapitalist pazarların genişlemesi aşamasından uluslararası işbölümüne geçerek, artık sadece mal veya sermaye değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin tümünü oluşturduğu sermayenin uluslararacılaşması aşamasına çoktan geçmiştir. E. Mandel’e göre bu, ikinci dünya savaşı sonrasındaki kapitalist ekonominin genişleme dönemi ile birlikte başlar. Açıktır ki, M. Belli, M. Kemal’in sömürge ilişkilerinin son verildiği kurtuluş savaşı heyecanını hala daha yaşıyor ve bu sözleri ile onu bugünlere taşıyor.

[38] Milli burjuvazinin olamayacağı bir yerde, kime ve kimin görüşleri esas alınarak burjuva demokrasisini yapacağı söylenmiyor. Çünkü bir devrim, ancak onu amaçlayan sınıf tarafından yapılır, bu da olmazsa, ancak çıkarları yapılacak devrim ile bütünleşen sınıf için, onun adına yapılır. Burada her ikisi de yok. Demek ki, çelişki, bu kadar belirgin. Belki de “yapacağımız devrim, Batıdaki burjuva devriminin aynısı olacak” derken, batı burjuvazisinin görüşlerini benimseyeceğini söylemiş oluyor. Bu da olamaz, çünkü bu emperyalist görüş demek olur, batı burjuvazisinin görüşlerini benimsemek demek, onu çıkarlarına alet olmak demek olur. Yok, bu da olmadı, devrimi insanlık, kardeşlik, vs. adına yapıyorum derseniz, işte tam da bunlar burjuva sınıfının devrim sloganlarıydı.

[39] Burada üretim araçlarına sahip olan küçük ölçekli burjuvazi anlamına kullanılıyor, asker-sivil-aydın için yapılan ve bir sınıf oluşturmayan “küçük burjuvazi” değil. Kuşkusuz, burjuvazinin sınıfsal konumu açısından küçüğü büyüğü olmaz. Burada, küçük sermayeli veya küçük ölçekli burjuvazi denilebilirdi.

[40] Milli burjuvazi, işgücünü satın alır ve sömürürken, küçük burjuvazi, işgücünü kiralamakta ve sanki böyle yaparak onu sömürmemekte, beslemektedir! Hâlbuki birinci durumda, büyük şirketler, iş yasalarınca daha yakın denetim altındadır; işçiler, asgari ücret, sağlık ve emeklilik sigortası, yıllık izin, vs. gibi iş yasaları ile kendilerine verilen hakları kullanabildikleri gibi, sendika haklarını da kullanabilmektedirler. Oysa küçük burjuvazinin “kiraladığı” söylenen işçiler, çoğu zaman kayıt dışıdır, sigortaları ödenmez, asgari ücretten düşük paralarla çalıştırılır. Çocuk işçiler çalıştırılır. İş saatleri belli değildir. Sömürü düzeyi, küçük burjuvazide çok daha yüksektir.

[41] Yani bunlar yönetimin kendisidir demeye getiriyor. Yani egemen kesim, asker-sivil-aydın kesimdir diyecek noktaya geliyor. Burada M. Belli, çok ilkel bir sınıfsal çözümleme anlayışı sergiliyor. Biraz sonra da, “Tanzimat’tan bu yana, Türk tarihine damgasını vurmuştur” diyecek kadar bir sınıf olmakla bir sınıfın temsilcisi olmak, onun çıkarlarını temsil etmek, o sınıf adına tarihte rol almak arasında farkı anlayamadığını gösteriyor.

Biraz önce, asker-sivil-aydın kesiminin ekonomik bir sınıf olmadığını söylemişti. Bu, “Günümüze dek, bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” diye başlayan Komünist Manifestonun daha birinci cümlesini bilmemek demek, bilse bile, bunu çözümlemelerinde göz önünde bulunduramaması demek. Sınıf bile olmayan bir sınıfın, yüzyıl gibi bir dönem tarihe damgasını nasıl vurmuş olabilir?

Asker-sivil-aydın, bir sınıf olmadığı gibi, kökeni çeşitli sınıflardan gelen ve yine sınıf atlama olanakları en yüksek olan, daha çok burjuva sınıfına geçme özlemine ve potansiyeline sahip ve gerçekte de çok az sayıda bile olsa bu sınıfa geçmesi nedeniyle kendisine “küçük burjuva sınıf” olarak da tanımlanan “kaypak” bir toplum kesimini oluşturur.

Asker-sivil-aydın kesiminin, uzunca bir süredir, Türk tarihinde yer aldığı bir bakıma doğru sayılabilir, ama kesinlikle bu yer alışı, kendi sınıfsal özellikleri veya kendi sınıf inisiyatifi ile değil, ama temsilcisi olduğu çok farklı kesimler adınadır. Kesinlikle kendi sınıfı adına veya kendi sınıfına özgün ideolojisi doğrultusunda değil. Asker-sivil-aydın kesim içinden olan birine bakıldığında, hiç bir şey görülmez, ama onun hangi sınıfın temsilcisi olduğuna bakılırsa ancak bir şeyler bulabilirsiniz.

Asker-sivil-aydın gibi küçük burjuva kesimi, kaypak olması ile belirginleşir. Herhangi bir sınıf bağlantısı olmadığına göre, aynı şekilde herhangi bir sınıfın temsilciliğini yapabilir. Bu da, güç ilişkilerine bağlıdır. Hangi sınıf güçlü ise, ondan yana olur. Osmanlı tarihi boyunca bu, böyle olmuştur. Asker-sivil-aydın kesimde kimi zaman Alman, kimi zaman İngiliz emperyalizmi etkin olmuşsa, her iki kesimin temsilciliğini de, kökenleri, eğitimi, sınıfsal bağları birbirine çok benzer asker-sivil-aydın kesiminden olanlar yapmıştır. Burada söylendiğinin aksine, asker-sivil-aydın, tarihte, sınıf olarak hiçbir rol oynamamıştır.

[42] Burada bir kere daha asker-sivil-aydın kesimi, komprador olarak nitelenen ticaret burjuvazisi ile aynı konumda, sınıfsal olarak eşdeğer biçimde ele alınıyor. Böylelikle, 1945 öncesi asker-sivil-aydın kesimin ülkeye hakim olduğu söylenerek bu hâkimiyetin, örtülü biçimde böylesi bir karşıtlık içinde sınıfsal hâkimiyet olduğu söylenmek isteniyor. Aynı zamanda da, 1945 öncesi asker-sivil-aydın kesimin, hangi sınıfın temsilcisi olduğu konusu geçiştirilmiş oluyor. Belki de, bu dönemin, yani “birinci” kurtuluş savaşı ile komprador ticaret burjuvazisinin 1945 yılındaki hâkimiyetine kadar olan ve asker-sivil-aydın hâkimiyetindeki dönemin, özledikleri gerçek demokrasi dönemi olduğu söylenmek isteniyor. Öyle ya, “ikinci” kurtuluş savaşı da, “birinci” kurtuluş savaşının amaçladığı yönetim biçimini amaçlamış olacaktır!

[43] M. Belli, asker-sivil-aydın kesimin öncü güç olduğunu birden söylemekten sıkılıyor, söyleyemiyor. Burada başvurduğu mantıksız genellemeler ve vardığı sonuçların tümü, bu kesimin öncü güç oluşunda, temel çelişkinin, 1945’ten önce yönetimde olan, ama şimdi emperyalizm ile işbirliği içinde yönetimi bu kesimden devralan komprador burjuvazi arasında olduğunu kanıtlamaya yönelik. Kısaca, cuntanın temel güç olduğunun aklı sıra toplumsal çözümlemesini yapıyor.

[44] E. Tüfekçi (M. Belli) “Demokratik Devrim – Kimle beraber, kime karşı?”, Aktaran, R. N. İleri, “Mihri Belli Olayı”, Anadolu Yayınları, s. 41. Bu yazı, E. Tüfekçi adı ile ilk olarak Yön dergisinin 5.8.1966 tarihli 175. Sayısında yayınlandığı belirtiliyor. Yazı, daha sonra M. Belli’nin “Yazılarım” adlı kitabında yer aldı.

[45] Metin Çulhaoğlu, e.g.e., s. 23.Geri